Halit Ziya Uşaklıgil ve bireyin sınırlarına sıkışan roman

Tarih, oklarını her zaman edebiyata da fırlatmıştır. Özellikle Tanzimat gibi büyük toplumsal kırılma dönemlerinde değişen siyasi yargıların sanata yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Batı’nın “üstünlüğünün” kabul edildiği bu dönem devlet kurumlarına yenilikler getirirken, yazın hayatına da yeni türler, biçimler ve nitelikler getirmiştir. “Roman” bunların sadece bir tanesiydi. Bununla birlikte bireyselleşmenin toplumun başat özelliği olmasıyla Osmanlı’da doğumu geç ama büyümesi hızlı bir çocuk gibi olgunlaşan en önemli tür roman olacaktır.

Edebiyat tarihinde “teknik anlamda” ilk roman “Taaşuk-ı Talat ve Fitnat” olmakla birlikte, hemen hemen tüm edebiyat düşünürlerinin üzerinde uzlaştığı, ilk “gerçek roman”ın Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu” eseri olduğudur. 1900’de yayımlanan eser romanın çömezliklerinden arınıp, bir özne olarak belirdiği ilk eserdir. Bu konuda Fethi Naci şöyle der: “Aşk-ı Memnu Halit Ziya’nın en başarılı romanı ...Bence ilk gerçek Türk romanı. Nedeni belli: Aradan seksen yılı aşkın bir süre geçtiği halde bugün de zevkle okunmakta. Zamanın yıkıcı gücüne dayanmayı başarabilmiş beş-on Türk romanından biri.”

Peki, Halit Ziya’nın daha önce yazdığı “Ferdi ve Şükerası”, “Mai ve Siyah” gibi belli edebi değeri olan eserlerini, hatta Şinasi’den başlayarak Namık Kemal’i, Ahmet Mithat Efendi’yi, Recaizade Ekrem’i geride bırakıp Türk edebiyat tarihinde bir kırılma yaratan “Aşk-ı Memnu”sunu diğerlerinden ayıran nedir? Bu sorunun tartışılması, Tanzimat’tan itibaren Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatının kendini bulma sancılarını da önümüze serecektir.

AŞK-I MEMNU

Birçok eleştirmen “Aşk-ı Memnu”nun neyi anlattığı ya da temel tezinin ne olduğu konusunda ayrışır. Kimisi kitabı Bihter karakteri üzerine oturturken kimisi Nihal’i odak alır; kimi kitaba bir aldatma ve aşk hikâyesi olarak bakarken, kimi Batılılaşmanın yozlaşmış yüzü olarak değerlendirir. Hatta kitabı Selim İleri gibi yalının hizmetkarlarından veremli Habeş bir çocuk olan Beşir üzerinden okuyanlar dahi vardır. Son tahlilde bunların hepsini içine sığdırabilen bir roman tutarız elimizde. Kendinden öncekilere göre yapay ve didaktik çatışmalardan sıyrılan, yazarını flulaştırıp karakterlerini özgürleştiren bir roman olur “Aşk-ı Memnu”. Romanın belki de en önemli niteliği budur. Davranışlar ve olaylar yazarın tanrılaşarak karakterlerinin üzerine gökten yağdırdığı şeyler değildir artık. Romandaki kişiler sembolik kuklalar olmaktan çıkar. Halit Ziya roman boyunca karakterlerin kişiliklerine, psikolojilerine, geçmişlerine, toplumsal konumlarına göre kurguyu oluşturur. Olayları yazar değil, karakterler belirler. Berna Moran bu noktada önemli bir tespitle şunu söyler: “Uşaklıgil’in Balzac, Zola ve Flaubert gibi gerçekçilerden öğrendiği bir şey vardı: Karakterlerin kişilikleriyle olaylar arasındaki nedensellik bağı. Romanda olayların gelişimi karakterlerin kişiliklerine bağlı olmalıydı. Ve karakterler de bu olayların üzerlerinde yaptığı etkiye göre değişmeliydi. Uşaklıgil bu ilkeyi titizlikle uygular. Aşk-ı Memnu’dan önceki romanımızda, karakterlerle olaylar arasında böyle zorunlu bir bağ görmeyiz.”(s.91)

“Aşk-ı Memnu” öncesi romanda her zaman var olan “çatışma ögesi” bu romanla birlikte değişime uğrar. Erken dönem romanlarda, yaratılan tipler üzerinden zıtlıklar karikatürize edilirken eserin vermek istediği mesaj kaba ve didaktik bir estetik formda sunuluyordu. Roman karakterleri gerçeklikten parçalar taşısa da bu didaktiklik yüzünden hiçbir zaman okurun hafızasında "gerçek" olamıyordu. Halit Ziya “Aşk-ı Memnu”yla bu yapaylığı yok ederek çatışma unsurunu karakterlerinin tümüne sindirilmiş olarak yayar. Tıpkı bir ressamın tablosundaki renk geçişlerini sağlaması gibi Halit Ziya da bu geçişi çatışma unsurunu karakterlerine özümseterek gerçekleştirir. Buna ek olarak “Aşkı Memnu”da yeni bir çatışmadan daha söz edebilir, Uşaklıgil'in çatışma ögesinde ileri bir adım attığını söyleyebiliriz. Her romanda iyilerle kötüler ya da bireyle toplum arasında olabilen çatışma, roman türünün gelişimiyle kahramanların kendi iç dünyasındaki çatışmaya dönüşür. Böylece dışsal çatışma içsel çatışmaya evrilir. Bu da romanda “psikoloji”nin doğuşuna zemin hazırlar.

“Aşk-ı Memnu”nun kırılma yarattığı noktalardan biri de zaman kavramıdır. İlk dönemlerde yazarlar anlatılarında zamanı keskin ve hızlı ele alırken Halit Ziya zamanı yavaşlatır ve onu karakterlerinin değişimi ile paralel ilerletir. Bu da Halit Ziya romancılığının belli ölçüde gerçekliği yakalamasını, okurun karakterlerle özdeşlik kurmasını, karakterlerin dünyasına kolayca girmesini sağlar. Bütün bunların yanında Fethi Naci “Aşkı Memnu”yu “gerçekçilik” temeli üzerinden farklı değerlendirir. 19. yüzyılın sonunda alafranga bir yaşam süren üst tabakadan bir zümrenin yaşadığı yozlaşmış ve çarpık ilişkileri tüm somutluğuyla yansıttığını söyler Halit Ziya’nın. Peki ya toplumun diğer yüzü olan halk? Naci’ye göre kitapta bir halk var ise bu sokakta yürüyen, işine koşturan, evine ekmek alan halk değil, yalıda zengin tabakaya hizmet eden hizmetçi katıdır ve Fethi Naci bunu eleştirerek büyük bir ironiyle hizmetçilerin romana Halit Ziya’ya rağmen girdiklerini söyler: “Çünkü söz konusu olan bir Halit Ziya romanıdır ve halk adına ancak onlar Halit Ziya’nın engellerini aşarak romana girebilmişlerdir.” Halit Ziya romanda belli bir zümrenin gerçeklerini başarıyla ele alırken, alt sınıfı sadece yardımcı oyuncu olarak kullanmıştır.

TÜRK EDEBİYATINDA BATI ETKİSİ

Kazandırdıkları ve eksikleriyle “Aşk-ı Memnu”ya bir bütün olarak baktığımızda onun belli bir sanat anlayışının ürünü olduğunu görürüz. Bu anlayış Halit Ziya’nın dönemine damgasını vurmuş ve ikiye bölünmüş edebiyat ortamında bir kutbu oluşturan Edebiyatı-ı Cedide’cileri temsil eder. Türk edebiyatında Batı etkisi özellikle bu “yenici” kanat tarafından büyük şevkle savunulur.

Tanzimat’la başlayan Batı’ya ekonomik bağlılık kısa bir süre sonra kültürel bağlılığa dönüşmüştür. Doğu kültürü içinde var olan aydınlar, Fransız Devrimi’nin yarattığı güçlü entellektüel etkiyle yönlerini Batı’ya çevirmiş, Batı’yı ileri kültür olarak görmüşlerdir. Ancak yeni bir kültürü giyinmek, yeni bir gömlek giyinmek kadar kolay değildir ve böylece sanat alanında çatışmalar ve çelişkiler barındıran bir dönemin kapısı açılmış olur. Edebiyat-ı Cedideciler ilerici ideallerle girdikleri yolda zaman içinde sanat anlayışı kapsamında geriye düşerler. “Doğu’dan kaçalım derken Batıcılık hastalığına tutulan” bu sanat adamları kendi coğrafyalarından özgün metinler vermekte gecikirler. Belki de kendi coğrafyasının sanatını yaratma şansına sahip olan aydınlar bu şansı Batıcılık hastalığı yüzünden kaçırırlar. Berna Moran Edebiyat-ı Cedidecileri şu şekilde tanımlar: “Tanzimat romancıları ülke davalarında söz sahibi olmak isteyen, imparatorluğun derdine çare bulmaya ve göstermeye çalışan, siyasal faaliyetleri olan aydınlardı. Sanata eğitici bir araç olarak bakıyor ve yapıtlarında toplumsal sorunlara da el atıyorlardır. Abdülhamit’in karanlık istibdat döneminde yazan Edebiyat-ı Cedideciler ise içine düştükleri karamsarlıklar hayata küsmüş, siyasete sırtlarını dönmüş, kendi toplumlarında da, sorunlarından da hayli kopmuş insanlardı. Romanlarının kahramanları da hayata yenik düşmüş, hayal kırıklığına uğramış duygusal kişilerdir. Edebiyat-ı Cedideciler sanatı, halkı eğitmek ya da bilinçlendirmek yolunda bir araç saymadıkları için halka seslenen romanlar vermek şöyle dursun, aydınlara seslenen yapıtlarında da yararlı olmak amacını gütmüyorlardı. Kendi çevrelerini çirkin bulan batıya ve onun edebiyatına hayran bu yazarlar teselliyi ‘güzel’de, onu da Batı modeli sanatta arayan bireycilerdi diyebiliriz.”

MAİ VE SİYAH

İdealist fikirler ve çağın sanatını yaratma gayreti son noktada dar mekânların, bireysel buhranların romanına dönüşür. Halit Ziya’nın “Mai ve Siyah” romanı tam da bu hayal kırıklığının sembolü niteliğindedir. Mai; umutları, siyah; hüsranları temsi eder ve romanın baş karakteri Ahmet Cemil’in hikâyesi mavi umutlarla başlar ama siyah gerçeklerle biter. “Mai ve Siyah” hem Edebiyat-ı Cedide’nin hem de Halit Ziya’nın sanat anlayışını anlamak için oldukça önemlidir. Yolun başındaki Halit Ziya ile Ahmet Cemil arasında koşutluk kurmamak mümkün değildir. Servet-i Fünun’a dahil olan, edebiyat hayalleri ile yol alan yazar “Mai ve Siyah”ı yazma amacını şu şekilde açıklar: “O zamanın hayatından, idaresinden, memlekette teneffüs edilen zehirle dolu havadan muzdarip, mariz bir genç, hülasa devrin bütün hayalperest yeni nesli gibi bir bedbaht tasvir etmek istedim ki, ruhunun bütün acılarını haykırsın, coşkun bir delilikle çırpınsın ve bütün emelleri parmaklarının arasından kaçan gölgeler gibi silinip uçunca, o da gidip kendisini ölmek için saklanan biri gibi, karanlık bir köşeye atsın.” Derin ruh tahlilleri ve uzun betimleyici dil ile ilerleyen romanda “hayal kırıklığı” hemen hemen bütün Halit Ziya romanlarındaki gibi başroldedir. Edebi idealleri ve aşık olduğu kadın yok olan Ahmet Cemil kendini hayattan sürgün eder.

EDEBİYATI CEDİDE VE MUHALİFLERİ

Halit Ziya’nın edebi ürünlerini verdiği dönem, Batı ile Doğu arasına sıkışmış Osmanlı’nın ve sanatının Batı’ya teslim olduğu yıllardır. Eskilerin yenilerle çatıştığı bu ortamda Halit Ziya tavrını ve kutbunu yenilikçilerden yana koyar. Bu yenilikçilik “Batı'dan öğrenme” ile de eş anlamlıdır. Halit Ziya bunu “Kırk Yıl” adıyla yayımlanan günlüklerinde bir arkadaşını anlatma vasıtasıyla şöyle ifade eder: “Aramızda tek bir nokta-i müsademe vardı: Ben müfrit bir garpçı o müfrit bir şakçı idik. Bu iki ifrata benim mübahaseye onun fikrini müdafaaya iptilamızın taşkınlıkları inzimam edince aramızda daima tutuşmağa hazır kıvılcımlar çıtırdardı. Ne kadar isterdim ki onun da garba da müsaadekarane bakan bir nazar-ı iltifatı olsun.”

O zamanlar matbuat ve edebiyat aleminin önemli figürü Muallim Naci’dir. Edebiyat-ı Cedidecilerin karşısına bir kaya gibi dikilen, onlara Arap ve Acem edebiyatına bağlı kalmayı salık veren, yenilikçileri frenklikle eleştiren ve milli bir hıyanet suçunu atfetmeye kalkışan muhaliflerin başını Muallim Naci çeker. Halit Ziya Muallim Naci’nin edebiyat dünyasındaki bu konumunu “istibdat esaslarına dayanan bir saltanata” benzetir. Bu saltanatın karşısında yer alan Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Cenap Şahabettin, Recaizade Ekrem gibi isimleri barındıran Batıcı ve yenilikçi grubu ise şöyle tanımlar: “Onlar her şeyden evvel lisanlarını öğrenmiş olmak fırsatını bulmuşlar ve bu lisanda vücuda gelebilen asar-ı edebiyeyi baştan başa tanımışlardır, derin bir sanat ihtiyacıyla edebi tecelliyatın her safhasından tezevvuk esbabı araya araya geçipte bu seyranın sonlarına gelince görmüşlerdi ki kendilerini tatmin edebilecek kafi bir sermaye toplayamamışlar. Şark muhtaç oldukları edebiyatın mesti kâsesini onlara sunamamıştı, bu garpta buldular. Ve bir kere de bulunca artık kana kana onu içmeye koyulmuşlar ve âdete sarhoş olmuşlardı.”

Halit Ziya kendi kültürünü çok mu dışlamış bir yazardı? Şüphesiz ki, hayır. Ama Edebiyatı Cedideciler özendikleri Batı edebiyatının burjuva toplumuyla birlikte içine girdiği krizi iyi gözlemleyip, doğru bir öngörüde bulunamadılar. Batının aydınlanmacı karakterinin çözülüşünü göremediler. Bu nedenle çöken bir kültürü kendilerine rol model aldılar ve uzun vadede dünyaya açılabilen bir sanat yaratamadılar.

Oysa elbette Halit Ziya gibi pek çok aydın Doğu’nun temel masal ve destanlarıyla yetişmiş, bunlardan çokça beslenmiş kişilerdi. Yurtsever kişilikleri olduğu şüphesiz olan bu insanlar siyaseten yenilikçi ve ilerici bir tavır aldılar. Ancak, günümüzün aydınının da gözden kaçırdığı gibi, onlar da gelişmeyi ve yeniyi ayak bastığı coğrafyada, beslendiği tarihte aramayarak estetik anlamda ilerici değil gerici bir çizgiye düştüler.

HALİT ZİYA'DAN ÖZELEŞTİRİ

Edebiyatı Cedide’nin Batıcı sarhoşluğu Halit Ziya için uzun zaman sonra verdiği bir özeleştiriyle hafifler: “Aşk-ı Memnu’yu da yazdıktan sonra bende bir inkılap fikri uyanmıştı. Edebiyat-ı Cedide’nin lüzumundan fazla ziynete, tasvir iptilasına, lafızda ve fikirde tasannua kapıldığına, bu ifratlardan geri dönmek lazım geldiğine hüküm veren bir kanaat peyda oluverdi ve bu kanaatin sevki ile ‘Kırık Hayatlar’ hikâyesini düşünüyor, başka bir tarza dökülmek arzularına kapılıyordum…Diyeceğim ki o zamana ait yazılarımda, bugünün edebiyat zevkinden, lisanından, üslubundan bahsetmeksizin, hatta o zamanın zevkine, lisanına, üslubuna göre fazla tezyin ve tecemmül yükleri, hiçbir faide temin etmeyen ancak sanat iptilasıyla yapılmış öyle tasvir ağırlıkları var ki, kendi kendime her münekkitten ziyade sinirleniyordum.”

Yazarın olgunluk çağı eseri olan ve eserleri arasında en çok değer verdiği ve sevdiği kitabı olduğunu bildiğimiz “Kırık Hayatlar” bu özeleştirinin sonrasının ürünüdür. Yazar dilini süslü cümlelerden arındırarak “memleketin hakiki hayatından bir levha” sunmak amacıyla kaleme aldığı eserde toplum yaşamından bir kesit vermek isterken yine dar pencerelerden bireysel girdaplara dalıyor. Elbette bunun temelinde Halit Ziya’nın sanat anlayışının özü yatıyor; bu durum toplumsal olgulardan çok bireysel olgulara ağırlık vermesi, toplumu değiştirmek ve dönüştürmek gibi bir amacının olmamasıyla paraleldir. Tıpkı “Mai ve Siyah”taki Ahmet Cemil gibi “Kırık Hayatlar”daki Ömer Behiç de “anlaşılamamaktan” muzdariptir. Bu da onları iç çatışmalara sürükler. Halit Ziya yine başladığı yerdedir.

SONUÇ

Oysa ilerleme fikri bu yenilikçi kesimin en önemli argümanlarındandır. Halit Ziya Türk edebiyatının fevkine çıkmak iddiasını kabul etmez. Ona göre Türk edebiyatı “ne eskilere, ne onlara, ne onları takip edenlere bırakılamaz. Zamanın gözleri daima ileriye bakar, gelecek günlerden çıkacağı ümidini bağlar. …bugün de öyle, yarın da öyle olacaktır.” Halit Ziya’nın estetik, kurgu, karakter yaratımı konusunda Türk edebiyatına yaptığı katkı çok değerlidir ve tartışılmaz bir gerçektir. Ne var ki Türk edebiyatına gerek içerik gerekse biçim anlamında köklü yenilikler getirirken; Halit Ziya ve kuşağı çağdaşı oldukları Batı edebiyatının toplumcu, gerçekçi çizgisinden uzaklaşan modernist eğilimlerin etkisinde kalmışlardı. Bu modernist eğilimlerin kaçınılmaz sonucu olarak bireyin karanlıkta yolunu kaybeden melankolik kokusu edebiyatın üzerine sinmişti.