Halk hareketinin rengi
1968 isyanından bir yıl önce Godard’ın yönetmenliğini yaptığı "Onun Hakkında Bildiğim İki-Üç Şey" filminde, devasa karayolları ve inşaat yapımıyla şantiye alanına dönen Paris’in kentsel krizi, parasal ihtiyaçların yanı sıra manevi sıkıntılardan dolayı yozlaşan insanların varoluşsal kriziyle birlikte anlatılır. Arka planda Amerikan sermayesi tarafından adım adım işgal edilen şehrin değişen yüzü, Vietnam Savaşı’nın sancılarıyla birlikte gösterilir.
Zamanın ruhunu yakalayan Godard, 1968 yılında patlak verecek halk hareketinin iki karakterine bu filmiyle önceden işaret etmiştir. Dünyada ve özellikle ülkemizde 1968 Hareketi, ABD’nin emperyalist savaşına karşı gelişen öğrenci isyanı olarak bilinse de, aynı zamanda uluslararası sermayenin şehri baştan aşağı değiştiren yıkıcı rolünün tetiklediği kentsel başkaldırı olduğu pek bilinmez.
KENTİN VE SINIFIN DEĞİŞEN YÜZÜ
Emil Zola’nın "Paris’in Karnı" eserinde betimlediği, Paris’in en büyük pazarının kurulduğu, şehrin kalbinin attığı, Paris’in eski semtlerinden Les Halles, her zaman işçi ve zanaatkârların oturduğu semt olmuştur. 1968 Mayıs’ının hemen öncesi, sermayenin Les Halles’i kentsel dönüşüme sokarak buradaki emekçi sınıfları semtlerinden kovmak istemesi, 68 hareketinde öğrenci isyanlarıyla semtlerini savunan emekçilerin kent mücadelesinin örtüşmesini sağlamıştı.
Sosyal devlet ve güçlü sendikal haklarından dolayı ‘kârından zarar etmek’ zorunda kalan sermaye kesimi, işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırmak için, öncelikle işçi ve zanaatkârların oturduğu semtleri de hedef almıştı. Kapitalizm, emek ile sermaye arasındaki güç ilişkisini yeniden kurarken, kentin tüm peyzajını da kökten değiştirmeyi amaçlamıştı. Böylelikle uluslararası sermaye, 1960’lardan itibaren büyük ölçekli kentsel projelere yönelmişti. Godard’ın filmindeki bitmek bilmeyen rahatsız edici inşaat sesleri, sermayenin yıkıcı politikalarının habercisidir.
Buradaki can alıcı nokta, 68 hareketinin bastırılmasıyla kent merkezindeki işçi ve zanaatkâr mahallelerinin dağıtılıp banliyölere itilmesiyle, kentin geleneksel merkezinin dağıtılmasının beraberinde işçi sınıfının geleneksel yapısının da değişmeye zorlanmasıdır. Emekçi sınıfların banliyölere itilmesiyle işçi, zanaatkâr ve köylüyü ayıran coğrafi ve politik hat bulanıklaşmıştır.
Neoliberalizmle kentin parçalanıp banliyölere genişlemesiyle, işçi sınıfının parçalanması, bölünmesi de gerçekleştirilmiştir. Bunun sonucunda geleneksel coğrafyasını ve sınıfını kaybeden sol, neoliberalizmle yükselen yeni muhafazakârlığın saldırılarına meydan okuyamamıştır.
HALK HAREKETİNİN DALGALARI
Çeyrek asırlık neoliberal saldırı sonucu, kentin peyzajının kökten değişmesine paralel işçi sınıfı da homojen yapısını kaybetmiştir. Bugün büyük şehirlerde ne mavi tulumlu işçi sınıfını ne de sınıfsal değerlerini, tutumlarını yeniden ürettiği semtleri görebilmekteyiz.
Bununla birlikte 2008 krizinden bugüne dünyanın pek çok şehrinde halk hareketleri ortaya çıkmıştır. Bütün parçalanmışlığına, farklılıklarına rağmen küreselleşen kapitalizme karşı kitleler, tutarlı programdan yoksun olmakla beraber, başta şehir hakkı, sosyal devlet olmak üzere kaybedilmiş haklarını geri istemektedir.
Halk hareketinin kendiliğinden özelliği, isçi sınıfının bölünmüş yapısıyla iyice belirgin hale gelmiştir. Bugün kentte yükselen halk hareketlerinin karakterini, kimliği ve sınıfı net, hedef ve amaçları berrak olmayan kitleler oluşturmaktadır. Geçmişteki ideolojisi ve örgütü belli disiplinli kent hareketleri yerini; akışkan, kontrol edilmesi zor tsunami dalgalarına bırakmıştır. Şehrin dört tarafından gelip merkezi sarsıp, geldiği şiddet ve hızla geri çekilmektedir.
Büyük dönüşüme rağmen sol, sınıfa dair geleneksel bakışını değiştirememiştir. Bugün yaşanan politik ve toplumsal sorunlara çözüm üretemeyen solun açmazı, bütünlüğünü kaybetmiş, parçalanmış, çok farklı kimliklere bürünmüş emekçi sınıfların yeni yüzünü hala benimseyememiş olmasıdır. Geleneksel parti ve sendikalar, hâlâ temas edemediği kitlelerinin bu dalgalarını ne tutabilmekte ne de bu dalgaları tutarlı bir yatağa yönlendirebilmektedir.
Gezi eylemlerinden Fransa’daki Sarı Yelekliler’e, kent dalgaları tek bir merkezden ortaya çıkmadığı için, bu hareketler belli bir merkezde alternatif siyasi oluşumlara da pek izin vermemektedir. Çağımızın en önemli toplumsal sorunu, bu tsunami dalgalarının nasıl kalıcı ve hedefi olan siyasal oluşumlara dönüştürüleceğidir.
Merkez kapitalist ülkelerdeki 10 yıllık pratik göstermiştir ki, bu dalgaların üzerinden popülist partiler yükselmektedir. Kapitalizm vahşileştikçe geleneksel solun değil de popülist partilerin başarılı olmasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Örgütsel kültürü zayıf, kamusal alanı dar, çeperdeki bizim gibi ülkelerde ise durum çok daha karmaşıktır. Ulus devleti hedef alan uluslararası sermaye, bu akışkan, örgütsüz, kendiliğinden kent hareketlerini, kolaylıkla manipüle edebilmektedir. Ukrayna’da halk hareketinin dalgaları uluslararası sermaye tarafından yönlendirilebilmişken, Gezi eylemlerinde bu müdahaleler büyük ölçüde boşa çıkmıştı.
Önümüzdeki süreçte, açmaza giren sistemin, toplumsal ve ekonomik krizleriyle halk hareketini doğurması kaçınılmazdır. 2013’te bayraklarıyla meydanlara akın eden kitlelerin yarın hangi politik zeminde ortaya çıkacağına dair ‘kehanette’ bulunmak yerine; ulusal bağımsızlığın savunulup şehirlerde yeniden demokratik özlemlerin yeşerebilmesi için, kentle birlikte değişen halk kitlelerinin farklılaşan özlem ve talepleri, umut ve korkularını yeniden düşünmeliyiz.
Halk hareketine rengini verecek olan, onun sosyal ve demokratik taleplerinin niteliği kadar, bu özlemlerin popülist siyasetlerle yönlendirilmesine izin vermeyecek, kentin parçalanmışlığını aşarak kitleleri yeniden bütünlüklü bir yapıya kavuşturacak cumhuriyetçi ve sol partilerin varlığı olacaktır.