Halka güvenmek, halkı kandırmak -(TAMAMI)

Bana gençlik ve hazinelerinden, halkın gizemli erdemlerinden söz ettikleri zaman tüylerim diken diken olur. Gençliği ve gençleri sevmediğim, halkın sözde erdemlerine inanmadığım için değil, böyle konuşanlara güven duymadığım için.

Hele bu işe beni de karıştırdıklarında iyice çileden çıkarım: Ana ve baba tarafından köylü kökenli yoksul bir aile; on yaşından itibaren kebapçıda çıkarlık, kahvede garsonluk, simitçilik, iplik ve dokuma fabrikasında işçilik; 18 yaşından sonra maliyede veraset masası memurluğu ve kütüphanecilik; ardından yüksek öğrenim, Sandıklı ve Çine’de ortaokul, Aydın ve Muğla’da lise öğretmenliği; bunların arasında Fransa’da tamamlayıcı öğrenim; daha sonra TRT ve TRT televizyonu; 45 yaşında zorla ve zorunlu emeklilik; kimse iş vermediği için evde 7-8 yıl kitap çevirmenliği; yayınevlerinde 10 yıl editörlük ve yöneticilik; 12 yıl Hürriyet gazetesi yazarlığı ve şimdi Aydınlık’ta yazarlık... Bunlara koşut olarak, Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, 27 Mayıs, Talat Aydemir’in iki başarısız darbe girişimi, 12 Mart ve gözaltı, 12 Eylül ve emekliye sevk... Halkı tanımıyormuşum, gençliğe güvenmiyormuşum! Gidin başımdan, attırmayın tepemi!

Eşek adam olur

Böyle bir hayatı eşek bile yaşasa adam olur! Bu nedenle halkın sahtekârlık ve iki yüzlülüğünü bana erdem gibi kazıklamaya kalkıştıkları zaman tepem atar.

Gençliğimde benimle arkadaşlık yapanlar; beni Hürriyet gazetesinde izleyenler, kitaplarımı okuyanlar gayet iyi bilirler: Halk benim için “kutsal” değildir, olmayan “halk iradesi” de kutsal ve yanılmaz değildir.

Gençliğe özel bir sempatim yoktur. Ne zaman gençlik övgüsü yapılsa, aklıma Paul Nizan’ın “Ben de yirmi yaşımda oldum, hayatın en güzel döneminin yirmili yaşlar olduğunu söyleyenin ağzına yırtarım” cümlesi gelir...

Paul Nizan dedim de aklıma geldi. Nizan’ın “Fesat” (2.baskı Telos yayınları) adlı romanını okumanızı salık vereceğim. Attila İlhan, Bilgi Yayınlarını yönetirken, “Sana bir roman çevirtmek istiyorum” demişti 1974 yılında. Ben de “Paul Nizan’ın Fesat‘ını mı çevirmemi istiyorsun ?” diye sormuştum. Çok şaşırmıştı.

“Fesat”, işçi sınıfından habersiz, işçi sınıfı istemeden devrim yapmak isteyen, önderlik heveslisi burjuva gençlerinin traji-komik öyküsünü anlatır.

Attila İlhan ve ben, dönemin Marksist acilci-devrimci burjuva gençlerinin yüzüne ayna tutmak istemiştik. Bu gençlerin Cengiz Çandar gibi birkaçı, şu anda basında “müflis entelektüel” kimlikleriyle kalem oynatıyorlar.

Bir genç dahinin zırvaları

Hürriyet gazetesinde yazdığım yıllarda, bana ders vermek isteyen bir genç bilgiçle ilgili ve yayınlanmamış birkaç satır: [“Torunum yaşında olduğunu yazan bir genç, gazete yazılarımın halktan kopuk olduklarını ileri sürüyor. Ona ve benzerlerine göre: AKP seçimi kazandığı için halkı tanıyor, ama seçimi kaybedenler halkı tanımıyor. Seçimi kaybedenler belki halkı AKP’den daha iyi tanıyorlar, ama AKP kadar seçmeni baştan çıkartamıyorlar, halkın gözünü AKP kadar külleyemiyorlar.

Genç bilgiç seçimlerin sonuçlarından dirhem anlamadığımı söylüyor ve özeleştiri yapmamı öneriyor. Ona göre, biraz gözümü açsam Türkiye’nin laiklik, Kürtçülük gibi bir sorunu olmadığını anlayacakmışım.

Genç bilgiçe İslamcı ve Kürtçü tehlikesinin olup olmadığını anlamak için birkaç kitap okumasını tavsiye edeceğim. Hele Devrim Yasaları’nın çıkartıldığı dönemi anlatan birkaç kitap okumasını öneririm. Biri şu: Ferit İlsever, “Cumhuriyet Devrimi Kanunları” (Kaynak Yayınları). Tarık Zafer Tunaya’nın “İslamcılık Cereyanı I, II, II” kitabını da...

Torunum yaşındaki genç dâhiye hayattan öğrendiğim bir gerçeği emanet edeceğim : Beyin, pankreas gibi salgı yapmaz, yani bilgi salgılamaz. Beyin aküye benzer, doldurulması gerekir.”]

Halk ve seçim sistemi

“Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi olarak tanımlandığına göre, “halk” nedir, kimlerden oluşur (...) Öte yandan yanıtlanması gereken bir başka soru da “milli irade” (...) Uluslar arası ilişkiler söz konusu olduğunda ‘milli irade’ ve ‘egemenliğin halkta olması’ ne anlama gelmektedir, geçerliliği kalmakta mıdır, başka bir deyişle, kuramsal olarak bile halk kendi kendini yönetmekte midir?” (Çetin Yetkin, Antidemokrasizm, Gürer Yayınları, S.29)

Mümkünse, 21 Eylül 2012 tarihinde yayınlanan “Demokrasisiz Demokrasi” başlıklı yazımı bir kez daha okuyun.

Seçim sonuçlarına bakarak ukalalık ve terbiyesizlik yaparlar. Kestirmeden bir şey söyleyeceğim: Seçim değil seçim sistemi önemlidir; herhangi bir seçim kendiliğinden demokratik olamaz, seçimin demokratik olması için sistemin demokratik olması gerekir. Demokrat Parti’yi iktidara getiren 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, DP toplam olarak 4.241.393 (% 53.38), CHP ise 3.176.561 (%39.9) oy almıştı. Ama DP 393, CHP 69 milletvekilliği kazandı. Seçimde “çoğunluk sistemi” uygulanmıştı. 1957 çimi “nısbî temsil” sistemine göre yapılsaydı, 27 Mayıs olur muydu?

% 10 seçim barajı kalkmadan AKP’nin halkın nabzını tuttuğu palavrasının foyası ortaya çıkmaz. Hele Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 276 bin 101 oy sayısı, % 2.96 oy oranı ile 14 milletvekili kazandığı 1965 genel seçiminin “Ulusal Artık” seçim sistemi uygulansın, halka durmadan yalan söyleyen, din sömürüsü yapan AKP ortalıkta hindi gibi kabara kabara gezebiliyor mu bakalım?!

Bu soruya inandırıcı yanıt vermeden yapılan her türlü AKP yağcılığı sadece mide bulandırır.

Bre ahmaklar, demokrasilerde halkın nabzı bir tane değildir, çoktur! Halkın tek nabızlı olduğu yönetim tarzına diktatorya denir!