Halkımız AKP’ye değil (bozuk) ‘düzen’e oy veriyor (1)

Emekli Ekonomi öğretim üyesi Prof. Dr. Cihan Dura, 01.04.2014 tarihli Aydınlık gazetesinde yayımlanan “Kendini Sokan Akrep” adlı yazıma bir ek ya da “şerh” yazmış, bilgim olsun diye bana da göndermek inceliğini göstermiş. Cihan Dura’nın yazısının yazımı tamamlandığını düşünüyorum.

Bugün ve yarın Prof. Dr. Cihan Dura’nın yazısını olduğu gibi yayınlayacağım ancak yazısına koyduğu ada ben “Bozuk” sözcüğünü ekledim. Ve yazınının sonundaki eke ek yaptım, şerhe şerh koydum. İyi okumalar:

***

[Aydınlık gazetesindeki günlük yorumlarının tiryakisi olduğum değerli şair ve yazarımız Özdemir İnce son yerel seçimler hakkında bir yazı (Kendini Sokan Akrep, 01.04.2014) kaleme aldı. Yorumun değeri, özellikle, içerdiği -Türkiye’de çok ihmale uğrayan- yapısal yaklaşımla daha da artıyor. Halkımızın seçimlerde gösterdiği temel eğilimi, seçmen kitlesini bir bütün olarak değil, türlü öğelerini hesaba katarak değerlendirmiş. Son yıllara ait nüfuslarıyla ele aldığı halk kesimlerinin geçim durumunu seçim neticeleriyle karşılaştırarak bir sonuca ulaşmış. Özetliyorum:

İşçiler 12 milyon... Sendikalı işçi 1 milyon dolayında. 11 milyon işçinin neredeyse yarısı taşeron işçi, hiçbir güvenceleri yok. Sendikalı, sendikasız, taşeron, işçilerin tamamı yoksulluk sınırının altında para kazanıyor. Demek ki her şey tıkırında...

3 milyon dolayında çiftçi kitlesi var. 5 liraya mazot aldığı için, ürünü ağaçta ve tarlada kaldığı için ağlayan kitle bu.

Memur sayısı 2.8 milyon... 10-15 yıllık memurlar bile yoksulluk sınırının altında yaşıyor. AKP döneminde maddi durumlarında önemli bir değişiklik olmadı. İş güvenceleri yok. T. Özal’ın “Benim memurum işini bilir!” dedikleri bunlar.

Emekliler 10 milyon... 1 derecenin 4’üncü kademesinden emekli olanlar bile yoksulluk sınırının biraz üzerinde bulunuyor. Büyük çoğunluğu tam anlamıyla yoksul. AKP iktidarı döneminde maddi durumlarında herhangi bir iyileşme olmadı. Ama, anlaşılıyor ki, AKP havasına iyice girmişler.

Esnaf 2 milyon... Hani şu siftah etmediklerini, temelli kepenk indireceklerini, eve ekmek götüremediklerini söyleyenler var ya, işte onlar!

Üniversite öğrencileri, sayıları 5 milyonu bulan aslan delikanlılar... Okulu bitirince çoğu işsiz kalacak.

İşsizler 3 milyon... Azalmıyor, giderek çoğalıyor.

Yukarıda sayılan yedi toplumsal sınıf, aileleriyle birlikte Türkiye nüfusunun ve seçmen kitlesinin en azından % 95’ini oluşturuyor. Bunların hiçbirinin, yaşadığı maddi koşullar içinde rahat ve mutlu olduğunu söyleyemez. Ama bu gayrimemnun insan kitlesinin % 45’i gidip kendi mutsuzluklarına, memnuniyetsizliklerine sebep olan bir partiye oy veriyor. Mazoşist mi bu insanlar?

Bu ülkede hukuk ve adaletin adı var, kendi yok. Vatandaşlar güvenceden yoksun ama seçmenin % 45’i hukuksuzluğun ve adaletsizliğin nedeni olan bir partiye oy veriyor. Neden, hor görülmekten, ezilmekten hoşlanıyor mu bu insanlar? Yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet suç ve ahlaksızlık değil midir bu insanlara göre?

***

Değerli yazarımızın tespitleri bunlar. Ulaştığı sonuç ise kısaca şu bence: Halkımız, böylesine zor koşullar altında geçimini sürdürmesine rağmen, nasıl oluyor da kendisini bu duruma mahkûm eden bir partiye oy vermekte ısrar ediyor?

Evet, hep bu soru gelip oturuyor aklımıza. Sayıları milyonları bulan bu insanlar nasıl oluyor da böyle bir çelişkiye düşüyor, insan mantıklı hareket etmez mi? Haydi birkaç yüz bini, hatta bir iki milyonu etmedi, hepsi mi mantıksız davranıyor? Sayın Ö. İnce’nin deyişiyle bunlar “mazoşist” mi?

İşte ben de bu noktadan hareket ederek, değerli yazarımızın analizine, bir ekonomist olarak ufak bir katkıda bulunmak istiyorum. Önce yanıtımı kısaca veriyorum: Hayır AKP’ye oy verenler mazoşist değildir, kendi açılarından mantıksız da davranmıyorlar. Çünkü mahkûm edildikleri yoksulluk koşullarından çıkışın bir yolunu bulmuşlar, daha doğrusu onların önüne böyle bir çıkış yolu özellikle konmuş. Nasıl bir çıkış yılı bu? Daha önce 2012 tarihli bir makalemde açıkladım, oradan özetliyorum:

Türkiye’de AKP iktidarının başta gelen işlerinden biri, tüketici kredileri ile kredi kartları kullanımında yarattığı büyük patlamadır. Böylece halkımız gelecekteki kazançlarını şimdiden harcamaya, ciddî ve tehlikeli bir şekilde borç altına girmeye başlamıştır. Borçlar esas itibariyle şu işlemlerden kaynaklanıyor: Tüketici kredileri (konut, taşıt, diğer), taksitli alışverişler, kredi kartları...

2011’de Türkiye nüfusunun yarısından fazlası (yüzde 56) bankalara borçlu durumdaydı. Bugün bu oranın yüzde 80’e yükselmiş olduğu ifade ediliyor. Tüketicilerin büyük bir kısmı kredi ve kredi kartı borçlarını ödeyemediği için bankalar tarafından takibe alınmıştır. Bu istatistik veriler şu anlama geliyor: Yaklaşık 10 yıldır, yalnız devletimiz değil, özel sektörümüz değil, artık halkımız da borç batağına gömülmüş bulunuyor. Devletimiz Turgut Özal’ın ANAP iktidarı zamanında, özel sektör ve halkımız Recep T. Erdoğan’ın AKP iktidarında bu duruma düşürüldü. Türk halkının geleceği ipotek altına alındı.

Bu borçlanma furyası, “yurttaşların, henüz kazanmadıkları paraları harcamaları” olgusu; literatürde “sürekli borçlanma ekonomisi” kapsamında yer alıyor. Önemli etkilerinden biri şu: Halk, örneğin Türk halkı; çiftçi, işçi ve memur reel gelirinde meydana gelen düşüşün etkisini kısa vadede daha hafif hissediyor, hatta hissetmeyebiliyor. Reel gelirler düşerken, tüketici kredisi ve kredi kartı kullanımı sayesinde yaşam standardını yükselten harcamalar bile yapabiliyor. Yurttaş kendini mutlu hissediyor. Ne var ki uzun dönemli olarak bakarsak, aslında bu bir “yalancı mutluluk”tur, “yalancı bir refah artışı”dır, bedeli zamanı gelince pahalı ödenecektir. Çünkü o mutluluk da, refah artışı da kat kat geri alınacaktır. Bu açıdan bakınca Yunanistan’da iktidar partisi PASOK’un üyelerinden Anna Karamanou’nun şu ifadesi büyük anlam kazanıyor: Türkiye’de bugün insanların banka kredileriyle yaşadıklarını biliyorum. Yunanistan krize böyle sürüklendi. Dilerim, Türkiye’nin akıbeti Yunanistan’ınki gibi olmaz.] (Yarın Devam Edecek)