Hangi modernleşme (2): Yöntemi bulmak
Batı'nın üstünlüğü karşısında aşağılık kompleksine kapılan ve Batı'yı taklit etmek uğruna kendi kültürüne yabancılaşan Tanzimatçı-Batıcılıkla kıyaslandığında İslamcıların Batı'dan gelen modernleşme sorunsalına verdikleri tepki seçici-modernleşmeydi. Batı'nın dayattığı değerlere karşı kendi değerlerimizi keşfetmeye, geleneksel ve dinsel değerlere sarılmaya yönelik bir yerlilik çağrısı hiç de yanlış görünmeyebilir. Üstelik bu bir içe kapanma da sayılmaz. Çünkü İslamcıların Batı'nın üstün yönlerini oluşturan maddi ürünleri alıp kullanmaya yönelik bir önyargısı olmamıştır.
Türk modernleşme tarihi boyunca muhafazakârlığın bütün tonlarında “Batı'nın ilim ve tekniğini alıp kültürünü almamak” diye ifade edilen bir kültürel seçiciliğin mümkün ve gerekli olduğu düşüncesi yaygın kabul gördü. Batılıların aslında bütün üstünlük vasıflarını zaten İslam uygarlığından öğrenmiş oldukları, onların bugün üstünlüklerine neden olan her türlü bilimsel ve teknik buluşun aslında Müslümanın “yitik malı” olduğu, dolayısıyla o ürünleri alıp kullanmakta sakınca olmadığı şeklindeki bu söylem iki yönlü işlev gördü. Bu sayede İslamcılar hem maddi modernleşmeye uyum sağladılar hem de geleneğin modernleşmesi sorununa kafa yormaktan kurtuldular. Batı'nın İslam uygarlığından öğrendiği elbette doğruydu ama modernleşme sorununun çözümü bu söyleme sarılıp kendinden hoşnut kalmakla çözülemezdi.
Geniş bir açıdan bakıldığında, İslamcıların Batı'da başlayan dönüşümün Batılı toplumlara özgü yerel bir mesele olmadığını, insanlığın kapitalist üretim biçimi temelinde tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüştüğünü anlamadıkları söylenebilir.
Bunu anlamak, “kendi değerlerimize sahip çıkma”nın da ancak sanayi toplumuna doğru bir dönüşüm içinde mümkün olabileceğini anlamak demek olacaktı. Modernleşme, aynı zamanda toplumsal geleneklerin de modernleştirilmesi olmak zorundaydı. Kahvehane kafeteryaya dönüşürken değişen şey sadece daha ileri teknolojiyle yapılmış masalar, sandalyeler vb. konfor unsurları değildi. Modernleşme aynı zamanda ürün çeşitliliği, ürünlerin sunum tarzı, kârlılık anlayışı, müşteri-işletme ilişkileri, patron-işçi ilişkileri, muhasebe teknikleri ve benzeri tüm ilişkiler ağının rasyonelleşerek değişmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Batı'dan en son moda oturakları alıp, kafeteryayı köy kahvehanesi kafasıyla işleterek kendi değerlerinizi yaşattığınızı ya da modernleştiğinizi iddia edemezdiniz.
Bu tarz modernleşmenin içeriksiz şekilcilik bakımından Tanzimat Batıcılığının simetriği olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Ortadoğu Körfez Şeyhliklerinde gördüğümüz eklektik zevksizlik, abartı ve gösterişe dayalı ultra modernlik örneklerini modernleşmenin merkezi olarak Batı'da bile zor görürsünüz. Bugün ülkemizde AK Parti’nin yeni zenginleri arasında bu sonradan görme modernliğin yansımaları izlenebiliyor. Satın alabilecek paranız olduğu müddetçe maddi ürünlerin tüketilmesine dayalı bu içeriksiz ithalat “modernleşmesinin”, bir toplumu muasır medeniyet seviyesinin bırakın üzerine çıkarmayı, yakınlarına getirmesi bile mümkün değildir. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Marmaray, Üçüncü Boğaz Köprüsü vb. yatırımları anlatırken yaptığı konuşmaların kodları çözüldüğünde, modernleşmeden anladığı şeyin esas olarak bu tarz bir maddi-çevresel çehre değişimine tekabül ettiği görülüyor.
Modernleşme tartışmalarının can alıcı sorusu Batı kavramına yüklenecek anlamla ilgilidir. Batı bir coğrafyanın, özgün bir yerel kültür dairesinin veya ekonomik kalkınmışlık havzasının adı mıdır? Batıcıların ve İslamcıların başından beri sormayı başaramadığı soru “Hangi Batı?” sorusuydu. Eğer bu soru sorulabilmiş olsa, Batı'da meydana gelen değişmelerin ekonomi-politik okuması yapılabilirdi. O zaman tıpkı neolitik devrimde Mezopotamya’dan başlayan ve göçebe toplulukları tarım toplumları haline getiren büyük dönüşüm gibi, bu kez Avrupa’nın batısında başlayan ve tarım toplumlarını sanayi toplumları haline getiren bir büyük uygarlık sıçraması ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılabilirdi. Çünkü modernleşmek veya Batılılaşmak diye ifade edilegelmiş olan meselenin esası, bütün toplumsal kurumlarımızın geri dönülmez biçimde dönüştürülmesi anlamına geliyordu. İnsanlığın içine girdiği bu yeni çağda artık tarım toplumunun ne ekonomik, ne ailevi, ne siyasal, ne kültürel ve ideolojik yapı ve ilişkilerini bütünüyle koruma şansı kalmıştır. Bütün değerlerin rasyonelleşmesi ve yeniden-örgütlenmesi gerekmektedir.
Bu yeniden-örgütlenme her toplumun kendi geleneksel mirasının modernize edilmesi şeklinde olduğu ölçüde, Attila İlhan’ın ifadesiyle ulusal kültür sentezini yapabilmiş taklitçi olmayan toplumlar ortaya çıkar. Yeniden-örgütlenmenin sosyo-kültürel ayağında bireylerin özerkleşmesi, toplumsal ortamın özgürleşmesi, siyasal katılmanın genişlemesi, çoğulculuğun kabul edilmesi, bireysel ve toplumsal geleceğin planlama ilkelerine tabi hale gelmesi, zaman bilincinin değişmesi, bilimin eğitime ve dünya görüşlerine egemen olması, eğitimin kitleselleşmesi, toplumun modern bir siyasi örgütlenme olan millet olarak yeniden-örgütlenmesi gibi hedefler yer alır. Modernleşme meselesinde Batılı toplumların kendilerine özgü değerlerini ithal edip etmemek üzerinden bir saflaşma hatalıdır. Yukarıdaki sanayi toplumu kurumsallaşmasının Batılı toplumlara özgü kültürel değerler olmadığını anlamak ve o yöne doğru dönüşümü kendi geleneklerinizden türetmenin yolunu bulmak gerekir. Bir başka deyişle işin esası metodu almaktır. O metod, kendi toplumunu kendi tarihsel mirası üzerinde modernleştirecek olan yol, yordamdır. Burada din ve toplum ilişkilerinin de rasyonelleşmesi, bireysel özerklik ve laiklik temelinde yeniden-örgütlenmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıktığından, İslamcıların meseleyi doğru koymalarını güçleştirmiş gibi görünmektedir.
Hangi modernleşme(1) başlıklı yazıyı okumak için TIKLAYINIZ.