Hani Emek’i unutturmayacaktık?
Nefretimizin de, övgümüzün de sayısız katlardan oluşması sanırım bizim coğrafyamıza özgü bir şey. Övgülerimiz gökyüzünün yeri tam olarak bilinmeyen yedinci katlarında dolaşırken, nefretimiz de yerin diplerinde yine aynı bilinmez sayının çizgisinde gezinir durur. Her iki duygumuzun da, dışa vurmamızın da ara katları yoktur. Ya yükseklerde uçar ya da uçururuz, ya da yerin yedi kat dibine indirip öfkemizi, nefretimizi dindirmeye çalışırız. Devamlı yedinci katlarda dolaşmamızın bir diğer karşılığı da üstesinden gelme gücüne sahip olmadığımız bir edilgenlik ya da çaresizlikle suçlayıp, çaresizliğe tutsak oluşumuzdur.
Bu tür geleneksel davranışımızı gündelik yaşama indirgediğimizde karşımıza yedinci katlarda dolaşan nice kahramanlarla nice düşmanlar karşımıza çıkar. Karşılıksız, sorgusuz sualsiz severiz, bir o kadar da nefret ederiz. Bu öylesine kahrolası yerleşik ve değişmezlik gösteren bir duygudur ki, sevdiğimizin ya da bizden biri olarak dost bellediğimizin ihanetini, dönekliğini, sahtekarlığını bile görmemezlikten gelip susar geçeriz...
Hem susarız, hem de unuturuz... Kimi zaman ikisi de işimize gelir. Susmak, başımıza geleceğini tahmin ettiğimiz sevimsiz olayların korkusundan, unutmak ise kendimizden kaçma eğiliminden kaynaklanır. Çaresizliğin beraberinde sürüklediği “eden bulur” sözcüğü nasıl bir avunma ise, “her şeyin yapanın yanında kar kalması da o denli gerçektir.
Bir şeyleri unuta unuta nerelere geldik. Pera’nın Lüksemburgu, geçmişin Saray’ için de neler demedik neler yapmadık ki? Şimdi ne Lüksemburg’un, ne de Saray’ın ne olduğunu bilene rastlamak bile pek mümkün değil. Ya Markiz’in başına gelenler. Markiz gitti., Pera bitti diyenler, vah Markiz, ah Markiz diye feryat edenler acaba bu dört mevsimlik panolara sahip mekanın son on beş yıllık serüvenini hiç izlediler mi? Elhamra’nın da İnci’nin de yerinde yeller esiyor şimdi. Ya eskilerin Majik, son dönelerin Venüs ya da Taksim sineması nerede? Onu da pek bilen yok.
Önce coşup celalleniyoruz, sonra da susup unutuyoruz. Biz sustukça yıkıyorlar, bir unuttukça da daha bağışlamaz, ve de acımasız ve de daha pervasız oluyorlar.
Evet; kötüyle, yıkıp yıkanla baş etmek, onlara direnmek pek kolay değil... Hatta sanıldığından da daha zor. Onlar her şeye karşın yine bildiklerini yapıyorlar. Hiçbir değeri umursadıkları gibi yaptıklarının doğru olduğunu da toplumu inandırmaya çalışıyorlar. .
Beyoğlu’nun artık yerinde yeller esen -ya da bu esinti sonucu yedi kat yükseklere çıkan- Emek sinemasının da yazgısı böyle oldu. Oldukça uzun zamana yayılan onca protestolar bile fayda etmedi. Kimler bu sinema için savaşıp direnmedi, hatta bu uğurda kendini feda edip, üstüne “sen yoksan, ben de yokum” diye nice kitaplar yazmadı ki....
Ama her şeyin bir bedeli var... Ya Emek’i asla unutturmayacağız diye susmaz haykırır, korkmaz yazar-çizersiniz, ya da fiyatınızı belli edersiniz.
Boşuna söylememişler...Her şeyin bi fiyatı var, diye...
Siz siz olun günümüz de de Emek’in serüvenini mutlaka izleyin... Asıl kahramanlar resmi geçidi şimdi başlıyor...