Hatırlatan kent, Paris

Bir akademisyen yöneticinin sözlerini okurken Paris’te geçirdiğim şu birkaç günümü düşündüm. Şunları söylüyordu bu zat:
“Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halkın ferasetine ben güveniyorum.”
Paris’in tarihine dair okumalarımda karşıma çıkan her düşünce/eylem Batı ile aramızdaki uçurumu anlatsa da, bu zatın 2016 Türkiyesi’nde bu sözleri etmesi gene de yadırgatıcı geldi bana.
Paris’in hem mimarı, hem şehri birleştireni hem de kentteki üniversitenin kurucusu Philippe Auguste (1180-1223) hükümranlığı zamanında yaptıklarıyla bugün bile anılagelir. Auguste üniversiteye ilk harcı koyduğunda henüz ortada Osmanlı’nın esemesi yoktur.
Bugün pıtrak gibi ortaya çıkmış bir üniversiteyi yöneten kişinin bu sözleri etmesini, henüz “cahiliye dönemi”ni aşamadığımızın bir göstergesi olarak mı yorumlamalıyız? Yoksa, halk dalkavukluğunun asıl nerelerden başladığına bir örnek olarak mı adlandırmalıyız?
Batı’ya giderek Doğu’yu keşfetmek düşüncesini nasıl algılarsınız bilemem; ama, ben, ne zaman Batı’ya yüzümü dönsem kendi Doğu’mu hatırlar, sorgular yeniden yeniden keşfederim. “Neden, niçin” soruları ise sorgularımın en başında yer alır.
İnsan yaşadığı yere benzer, evet; ama doğduğu yerin izlerini de bir ömür boyu taşır. Düşü, düşüncesi oralardan devşirdikleriyle sırlanır.
Siz bir yerlere gelseniz de, gitseniz de başka ülkelere hatta kıtalara gene bir yanınızla kendinizsinizdir.
Akılcı düşünce sizi taşır, evet; dönüştürür de. Bilgiyle donanmışsanız öyle saçma sapan sözler edemezsiniz; ne aklınız ne de vicdanınız buna elverir.
Kendi payıma, gittiğim Paris; gördüğüm, yaşadığım, hatırladığım, düşündüğüm bir kent olarak bana insanlığın aklını/bilgisini, toprakla savaşımını, bir kenti kurma düşünün ne yaman bir çabadan geçtiğini hatırlatır hep.
Bütün insanlığı etkileyen, ülkeleri kendine döndüren Fransız Devrimi’ni anlamaya çalışırım daha çok. Giderken yanımda tuttuğum üç kitap (“Fransız Devrimi”/ George Rudé, “Paris’in Tarihi”/ Yvan Combeau, “Yaşayan Montmartre”/ J.P. Crespelle”) beni Paris’in gözü kıldı demeliyim.
Yıllardır dönedurduğum sokaklarında caddelerinde gezindim gene, müzelerini adımladım, Seine kıyılarında nefes aldım... Kitapçılarında zamanın renklerine baktım... Cafelerinde oturup insanları gözledim. Okudum, yazdım...
Bir kent size kendini açarken siz de ona gitmesini bilmelisiniz.
“Gittim, gördüm, döndüm” dedirtmeyen kentlerdendir işte bu nedenle Paris. Sizi kendine katarken sizden de bir şeyler ister. Bana dair bazı şeyleri bilin/öğrenin, keşfedin beni der tıpkı bir kadın gibi. Bu yanıyla “dişi kent”tir Paris. Gösterir, öğretir, hatırlatır... Dahası sizi zamanlar ötesine yolculuklara çıkarır.
Bir kent size nasıl bir geçmiş oluşturur, Paris’te bunu da hatırlar/gözler/öğrenirsiniz. Ve daha çok da kendi ülkenize dönersiniz; sorularınız, sorgularınız da işte buradan başlar.
Gelince ülkemde karşılaştıklarım orada gördüklerimle beni yeniden buluşturunca; küresel dünyanın bir başka pencereden bize sunduklarının hiç de öyle göründüğü gibi olmadığını anlamaya çalıştım.
Orada izlediğim bir televizyon programında tartışılan konu (sömürgecilik/kolonyalizm), sokaktaki insanların bir arada yaşama kültürünün, çoğulculuk anlayışının debisinin nerelerden gelip bin bir çabayla nasıl oluştuğunu anlatıyordu bana.
Ülkemizde yer yer yüzünü gösteren cehalet ile şiddetle sorun çözme çabasının barbarlığına tanık olmak yeryüzündeki adı konulamayan yeni bir savaşın neleri içerdiğini de gösteriyordu aslında.
Fransa kendi sömürgeleriyle barışık yaşamayı seçmek zorunda kalmıştı. Bir arada yaşamanın kaçınılmazlığını anlayana dek direnmişti belki de. Ama “çözüm”ün insanca paylaşım ve eğitimden geçtiğini bilerek yüzünü buraya dönmüştü.
Biz, bugün, kafaları kolonileştirerek silahla/şiddetle sorun çözmek derdindeyiz. Ötede ise insanlar birbirlerini anlayarak bir olmak çabasını gütmekteler. Halının altına itilenleri ortaya çıkarıp konuşalı 70 yıl olmuş Fransa’da. Toplumun bilinçlenme süreci de örtülenleri konuşmakla başlıyor. Şiddet asla çözüm getirmez, bunu biliyor artık Fransa. Kendi Cumhuriyet tarihi için neyin bir “kara dosya” olduğunu biliyor, ve bunu sorgulamakla yetinmiyor; çözüm için 70 yıldır konuşuyor...
Evet, biz de konuşuyoruz; ama “cehalet”ten medet umarak...