Hayat eve neden zor sığar?

Salgın günleri, hayatı eve sığdırmakta toplumca zorlandığımızı gösterdi. Önlemlerin biraz gevşetilmesiyle nasıl bir tedbirsizlik dalgasının yükseldiği görülüyor.

Türk toplumunda bir araya toplanma, yüz yüze iletişim ve konuşma, zaman geçirmenin en önemli yolu. Bu nedenle ülkemiz dünya cep telefonu pazarının en önemlilerinden biri ve sosyal medya kullanımı bakımından da başa güreşiyor. İnsanımız konuşmayı, iletişim kurmayı seviyor. Bu çok iyi bir özellik. Fakat bir yönüyle de zaman bilinci yokluğunun göstergesi.

Çok sayıda yurttaşımız akşama kadar kahvelerde pinekler, emekliler adeta ölümü bekler gibi vakit öldürür. Hayat şartlarının ağırlığından dolayı emekli olduktan sonra çalışmaya devam etmek zorunda kalanlar bir tarafa bırakılırsa çok sayıda yurttaşımız için emeklilik, yapacak hiçbir iş olmaması anlamına geliyor. Kahvehaneler erkek mekânlarıdır, kadınlar için ise kapı-pencere önlerinde gelip geçeni seyretmek, komşularla sohbet etmek en önemli vakit geçirme etkinliğidir. Buralarda zaman “öldürülür.” Zaman bilinci olmayan insanlar için zaman, baş edilmesi gereken bir sorundur. Kahvehanelerde ya da pencere önlerinde toplu halde vakit öldürmek bu nedenle bir tür toplu iyileştirme (rehabilitasyon) işlevi görüyor.

Seyahat ederken yol kenarlarında o yörenin tarımsal ürünlerini vb. satan tezgâhların başında akşama kadar bekleyen insanlar görürsünüz. Çoğu kez, müşteri gelinceye kadar zaman geçirmelerini sağlayacak bir uğraşları yoktur. Günler, haftalar, aylar boyu gelip geçen arabaları seyrederek zamanı sıkıntılar içinde öldürmeye çalışarak boş otururlar. Cep telefonları bu gibi durumlarda uzaktan etkileşmeyi ve başkalarına “bakmayı” mümkün kılarak bir kurtuluş yaratmış gibidir. Ancak kendini tekrar eden bu pasif zaman tüketiciliğinin kaderi bir süre sonra iç sıkıntısının katlanarak artmasından başka bir şey değildir.

Zaman bilincini, yalnız kalmayı ruhsal derinleşme ve entelektüel zenginleşme için bir fırsat olarak değerlendirebilmek anlamında kullanıyorum. Bu yeti doğuştan gelmez, eğitimle kazanılır. Zaman bilincine erişebilmek için, ülkenizin akıllı bir insan kaynakları politikasına sahip olması şarttır.

Türk devriminin altının oyulduğu küçük Amerika sürecinde, sadece ekonomide ve siyasette batıya bağımlılık oluşmadı. İnsan kaynakları düzeyinde de tahribatlar oluştu. Eğitim sistemimiz hayatın gerçeklerinden, üretimin ihtiyaçlarından kopartıldı. Eğitimli insan kaynağımızın bile akademik mevzuatı sınav geçme odaklı olarak ezberlemesi ve hızla unutması dışında, zihinsel/entelektüel yeteneklerine, becerilerine yatırım yapılmadı. Oysa bir ülkenin üretme, gelişme ve kalkınma iddiası ile insan kaynağının niteliği arasında ilişki vardır. Mesleki uzmanlaşmalarının yanısıra insanlar hobi sahibi olmalıdırlar, dışa dönük ilgilerini tatmin edebilmek için kendi içlerinde, ruh dünyalarındaki zenginliği keşfedebilmelidirler. Köy Enstitüleri’nin kapatılmalarının üstünden bunca yıl geçmiş olmasına rağmen hatırlanan bir eğitim efsanesi olma nedenlerinden biri de köy çocuklarının entelektüel yeteneklerinin açığa çıkarılmasını sağlamalarıydı. Orada halı dokuyan, arıcılık yapabilen, kitap okuyan, enstrüman çalan insanlar ortaya çıktı. Bu tür insanlar, asosyal değildirler ancak evde kalmaları gerektiğinde yapacak çok şeyleri vardır.

İnsan kaynaklarını kendi haline bırakmak, kalkınma davası olan ülkelerin milli ihtiyaçlarına zaten uygun değilken, koronavirüs olayının evlere kapanma zorunluluğu, bu konudaki açıkların toplumsal davranışı yönetmekte nasıl fazladan güçlükler çıkarabileceğini göstermiş oldu. Elbette evlerinde kalamayan insanların evlerinin fiziksel koşulları, ailevi sorunlar, yoksulluğun etkileri vb gibi çok sayıda haklı gerekçeleri var. Yaşam mekânlarının darlığı bir sorundur. Kutu gibi evlerde kendinize ait bir alt mekân yaratmanız zordur. Ama sorunun bir boyutu da böyle bir mekân yaratmaya ihtiyaç hissetmemenizdir.

Evde kalmayı bir zorunluluk olmaktan çıkarıp bir fırsata çevirebilmek, insan kaynağımızın buna uygun olmasına bağlıydı. Bir ders çıkarmak gerekirse, Türkiye’nin insan kaynağı yetiştirme ve eğitim politikalarının felsefesi insani derinleşmeyi, kendini gerçekleştirmeyi hedeflemelidir. Yoksa kapalı mekânlar ile hapishaneler aynı mantığa çıkar.