Haydarpaşa’dan kalkan son tren -(TAMAMI)

İstanbul Haydarpaşa Garı’na indiğimizde, her Anadolu çocuğu gibi büyük bir şaşkınlık yaşadığımı söyleyebilirim. O tarihi muhteşem gar binasının önündeki merdivenlerin başında İstanbul’a ilk gelen Anadolulu şöyle bir bakar ve ‘acaba bu bir rüya mı?’ diyerek neredeyse kendisine tokat atıp ayılmak ister. Vapurlar püfür, püfür esen rüzgarla salına, salına giden gelin gibidir. Trenden inince bir turnikeden geçilerek bilet gişelerine ulaşılır ve sonra vapur beklenmeye başlanırdı. Karaköy İskelesi’nden kalkan ve Haydarpaşa-Kadıköy tarafına giden vapurlar Haydarpaşa’ya yanaşınca çımacılar, yolculardan önce, pat diye beton iskeleye atlar ve bir kalın halatı ‘Baba’ denilen demirden bir sütuna bağlarlar. İşte tam o sırada bir gıcırtı çıkar ki bu sesi dünyanın başka hiçbir yerinde duymanız mümkün değildir. Sonra vapur iskeleye bağlanır ve yolcular inmeye başlar... O ne göz alıcı, muhteşem manzaradır. İnsan ister ki hiç bitmesin.”
(K.A. Bir Numaralı Tanık-Doğan kitap ve 3. Baskı- İSİM yayınları Sf:101)

İşte 2 Şubat 2012 günü tarihi Haydarpaşa Garı’ndan kalkan son Cumhuriyet Tren’i bunun için beni duygulandırdı. Artık 104 yıl önce İstanbul’a armağan edilen bu muhteşem manzaralara hasret kalacağız.

1938’de Atatürk’ün naşı bu gardan kalkan özel bir trenle Ankara’ya gönderilmişti. 1955 yılında Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenim görürken bu trene kim bilir kaç kere binmiştim. Üç günlük bir yolculuktan sonra beni tatillerde Elazığ’ın Maden İlçesi’ndeki aileme taşırdı. Artık tarih kokan o günleri özleyeceğiz. Ne İstanbul eski İstanbul, ne Türkiye eski Türkiye.

Cumhuriyetin üzerini çizmek

2002’den bu yana hepimizin gözleri önünde geçmişimiz ve geleceğimizi temsil eden ne varsa üstü çiziliyor. Artık CHP binası gönderine çekilmiş altı oktan eser yok, Atatürk ilkelerinden laiklik yerini “dindar bir nesil yetiştirme” düşüncesine terk ediyor. Ulusal devlet neredeyse uydu devlet, bağımlı devlet haline getirilmiş. “10 yılda her yaştan 15 milyon yaratan” bir kuşak değiliz artık.

(M.Ö. 427-347) Büyük filozof Eflatun ünlü Devlet isimli kitabında şöyle yazıyor:

“Demokrasilerde işsiz güçsüz takımı devletin başına geçer ama bunların en tehlikelileri ağzı iyi laf yapan, gündelik sorunlara çözüm getirenlerdir. Bu kişiler düzen içinde yaşayıp zengin olanlardan vergi toplar, bu paraları genellikle kendileri için harcar, bir kısmını da yine işsiz güçsüz halk kitlelerine sus payı olarak dağıtırlar. Bu arada zenginler için haksız suçlamalarda bulunurlar ve halkı zenginlere düşman ederler. Halkı oligarşi tekrar gelecek diye korkuturlar ve halk kendine bir koruyucu seçer.

Tiranlığın Doğuşu böyledir.

Halkın başına geçen koruyucu çokluğun kendine kul köle olduğunu görünce yurttaşların kanına girmeden edemez, lekeleme yolunu tutar, onu bunu suçlayıp mahkemelerde süründürür, kimini sürer kimini öldürür. Böyle bir adam zorba devletini kurmuş ve zorba olmuştur. Kimlerde yürek, üstünlük, akıl, kudret görürse bu kişileri bir şekilde tasfiye eder.

Halk yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur. “
(Eflatun, Devlet)

Acaba Eflatun yaşadığı dönemde tanık olduğu olaylardan yola çıkarak bir kehanette mi bulunmuş?

İstanbul’un 1453’te Fatih tarafından fethedilişinden sonra geriye ne kaldı? Atatürk’ün “benim en büyük eserimdir” dediği Meclis’te ana muhalefetin dahi sesi soluğu neden çıkmaz oldu? Tarihi silmek marifet olsaydı, Fransa’da ABD de, İngiltere’de her yıl yeniden düzenlenen eski binalardan, parklardan heykellerden biri kalır mıydı? Paris o tarihiyle güzel ve anlı şanlı bir kentken, İstanbul’u neden tarihinden yoksun kılıyoruz?