Hayırlı işler!

Hayırlı iştir, hayır diyelim! Arapça hayır iyi demek; olumsuz değil. Tietze’nin sözlüğünde tanımı iyilik. Rusça nyet; niyet sanki. Macarcası nem; yiğidi gam, duvarı nem yıkar; hayır deme bana, yıkılırım gibi... Barış Manço’nun şarkısı var Hayır diye; Adalet Ağaoğlu’nun romanı... Can Yücel’in Yazma’sında, kayısı renginde şiir Hayır, bir dizesi şu: “Bu dünya, yoruldu mu kuşlar konsun diyedir...” Kuş işlerini geçip 1928’de Çulluk ile işçiyi romanımıza sokan Mahmud Yesari’den bir cümle: “Sana Murâddan hayır yok, kızım.” Demek Murâd hayır’sız. Yesari’nin, 1932 tarihli romanı Bahçemde Bir Gül Açtı’yı da anmalı...

Kelimenin olumsuz anlamı nereden peki? Tüm eski kavimler gibi Türkler de sözün gerçekle ilişki kurduğuna; adını anmanın o şeyi gerçekleştireceğine inanırdı. Eskilerin yanında kanser, verem dersen; ağzından yel alsın, diye söylenirler hemen. Sözün gerçekle ilişkisini bilen atalar, kötülüğü anmak yerine ağzını hayra aç anlamında, bu değil iyisi olsun niyetiyle hayır demiştir. Misal obadayız, çadırda yiyecek bitti, çocuklar aç. Yemek yok yerine, yokluğu anmamak için hayır demişler... A harfi kısa kesilecek tabii, uzatılmıyor.

Hayır’ı olumsuz anlamda Hüseyin Rahmi de kullanmış. Belki de edebiyat koca bir yalan olduğundan, anlatırken okur inansın diye yemin ediyor üstat: “Belki bir sa’at geçdi. İçeride karı koca arasında ‘aynı mâtemi sükut devam ediyor. Birinin elinde kitâb, öbürününkinde gazete. Okuduklarını anlayorlar mı? Yemin ederim ki hayır!” Et baba et...

Geçmişteki kullanımı zamanla unutulduğundan hayır bahsinde farklı iki anlam için tek kelime kalmış; sultan gibi mesela: Sultan solda erkektir (Sultan Abdülmecid); sağda kadın (Balım Sultan). Abdülmecid demişken, halifeyi anmak isterim. Besteleri yanında resimleri; örnekse Haremde Beethoven! Burada saçları açık iki kadın keman, piyano çalar; sağ yanda, önde bir paşa baba ve Beethoven heykeli; arkada, karanlık, mavide kalmış başka heykel. Kısacası müzik, heykel, resim; bugün “torun”ların günah bellediği ne varsa resimde... Yani Osmanlı başka, Osmanlıcılık başka. Kafa kazıtıp sakal bırakarak, nargileden anlamaz nargile-kafelerde namaz tespihiyle ahkâm kesmek Osmanlılık değil. En azından biraz Itri, az Sinan, bir buçuk Nedim üstü Reşad Ekrem bilmeden zor.

Söz ve gerçek ilişkisinden söz ettik, Osmanlı torunuyum demekle Osmanlı olunamaz! Gerçek torun olsan Akbille seyahat etmezsin! Bugün anlatılandan başka bir Osmanlı yaşadı ve bitti. Muhteşem muhafazakâr Cemil Meriç, 29 Nisan 1964’te ne yazmış günlüğüne: “Din vaktiyle en basit jestlere kadar bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışmıştır: İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gizlenerek, korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı. İki yüzlü bir hayvan oldu Osmanlı. Tanrıyı ve kulu aldatan bir panayır göz bağcısı. Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua.” Sağlam hayır diyebilen biriydi Meriç, rahmetle anarım. Geçelim. Geçer çünkü. Ne dem bâki ne gam bâki, demiştir Muhibbi. Kim mi Muhibbi? O da deden; Kanuni canım Kanuni!

Bir deden daha: Fatih Sultan Mehmed. Prof. Adolf Diesman, İstanbul fatihinin kütüphanesinde Latince, Yunanca ve çeşitli yabancı dillerde 587 eser tespit etmiştir. Padişahın bugünkü “torun”larından kaçının kütüphanesi var; çeşitli yabancı dilleri geçtim, kaçı doğru dürüst Türkçe bilir? Düşün. Sözün gerçekle ilişkisi çetin. Söylemekle olunamıyor. Memlekette niye herkes birbirine “aşkım” diye hitap ediyor; bunca sıkıntısı olan yerde en çok kullanılan deyiş neden “sıkıntı yok”!

Geçip gidene ne kadar iliştin, neye evet, neye hayır dedin, düşün.