Her telden çalmanın dayanılmaz fenalığı

Günümüzde en çok “her telden çalan uzmanın” cirit attığı memleketlerden birinde, yani Türkiye’deyiz. Her gece televizyonların sürekli olarak her şeyi hem de en iyisinden bilen bazı uzmanlarını artık izlemez bile olduk. Çünkü, Leonardo Da Vinci gibi bir Rönesans insanının bile her şeyi bilmeye ömrünün yetmediği bir dünyada, bizimkilerin füzelerden tutun da ekmeğin fiyatına kadar her konuda sürekli boy göstermeleri, en basitinden “azgelişmişliğin ifadesi” olarak görülmelidir bizce.
Bu köşedeki yazılarımızda, bir seneden daha uzun bir süredir ülkeyi ilgilendiren bir sürü konuda yazılar yazmaktayız. Aklımızın erdiği, üzerine emek harcamış olduğumuz her konu bizim ilgi alanımızdadır elbette. İlber Ortaylı Hocamızın bir yazısında aydını tarif ederken kullandığı “aydın, üstüne vazife olmayan her şeyle uğraşan kişidir” türünden bir tanıma biz de katılmaktayız. Ama bu tanım, her önüne gelene ve her kendine aydın diyene, her konuda ahkam kesme vizesi veren bir tanım değildir elbette.

İĞNEYİ KENDİMİZE BATIRIRSAK

Biz de “her telden çalan” biri gibi bir izlenim verebileceğimizi düşündüğümüz için, bu yazıyı kaleme aldık. Böylece hem okuyucumuz ile daha iyi tanışmış oluruz, hem de yazdıklarımızın inanılırlığını daha da arttırırız diye düşündük. Bunu yapmayı, bugüne kadar sürekli olarak eleştirdiğimiz “her şeyi en iyi bilme hastalığının” ülkemizdeki yaygınlığını bir kez daha belirtmek için, boynumuzun borcu saymaktayız.
İlk olarak, sanat ile ne ilgimiz olduğunu ve bu köşede oldukça sık şekilde, özellikle de müzik ve müzisyenlikle ilgili yazılar yazmaya yetkimizin ne olduğunu belirtmek isteriz.
Ankara Devlet Konservatuarı’nın en başarılı yılarında, sevgili Mithat Fenmen’in müdürlüğü altında, şan yani opera bölümünde eğitim görüp, oradan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün şan ve piyano bölümünde müzik çalışmalarını sürdürmüş biriyiz. Müzik eğitiminin okul kısmı bitince de teorinin pratiğe geçişi denebilecek çalışmalarımızı Mardin’in Nusaybin ilçesindeki lisede devam ettirmiştik. Oradaki çalışmalarımız ırkçı terör örgütü tarafından saldırı sonucu bitirilince, Erkan Yücel yönetimindeki Ankara Halk Tiyatrosu’nda, müzik direktörü olarak yine teorik birikimimizi gerek oyun üretiminde, gerekse Anadolu’daki turneler sırasında geliştirme imkanına sahip olmuştuk. Bu dönemde Müfettişler Müfettişi, Fareyi Öldürmek, Fehim Paşa Konağı gibi müzikallerde, hem müzik yönetmeni hem de icracısı olarak görev aldığımızdan, müzik sanatının pratikteki uygulamalarında oldukça güzel tecrübe edinmiştik.

DÜNYA MÜZİĞİNİN BULUŞMA NOKTASINDA 20 SENE

Sonra da yüksek lisans eğitimi için ABD’ye gittiğimizde ise Kaliforniya’nın zaten çok zengin olan müzik çevreleri sayesinde, dünyanın her tarafından etnik müziklerin hem çok iyi bir dinleyicisi, hem de o ülke müzisyenleri ile birlikte çalan icracısı haline gelecektik yıllar içinde. Böylece konservatuardaki Batı müziği eğitiminin üzerine, hem Türk halk ve Sufi müziğini ekleyerek, hem de dünya müzik geleneklerini özümseyerek belli ölçüde uzmanlık kazandığımızı düşünmekteyiz. Bundan dolayı da, sanat ve özellikle de müzik sanatı konusunda yazdığımız yazılar, böyle bir elli senelik tecrübe ve eğitime dayanmaktadır.
Gelelim politika ve ekonomi konusunda ne bilip, ne bilmediğimize. Türkiye’mizde özellikle de 1970’lerde siyasete başlayanlar, sonradan bu işlerden vazgeçmiş olsalar bile, belirli seviyede bir siyasi temele sahiptirler. Bu temel, bir bakıma çok saygıdeğerdir, bir bakıma da çok çürüktür. Çünkü “aynı nehirde iki kere yıkanılamayacağı” türünden diyalektik çıkarımları fazlaca anlayamamış ve özümseyememiş bir nüfusa sahibiz maalesef. Bu solda olduğu kadar, sağ cenahta da aynıdır. Özellikle de sol kesimdeki eski devrimcilerimiz, bugün bile bir türlü diyalektiğin bu en temel ilkesini kendi hayatlarına ve politikalarına uygulayamamaktadırlar. Gelelim bu elli yıllık upuzun süreçte, kendimizin ne yaptığına:

SİYASETİN PRATİĞİ VE TEORİSİNİN BİLEŞİMİ

1970’lerde, o dünya çapında gelişen ilerici politikalar eğiliminden nasibimizi biz de almış olduk elbette. Ama devrimciliğimizin teorik ve akademik temelini, müzik öğretmenliğini bırakıp, yeniden bir üniversite öğrencisi olduğumuz Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, yani daha geleneksel adı ile Mülkiye Mektebinin anfilerinde, karanlık koridorlarında ve sürekli tartışmaların yaşandığı yemekhane ve kafateryasında atmış olduk. Ve oradaki değerli hocalarımızın önderliğinde tarihi, politikayı, maliyeyi, devlet bütçesi yapabilmeyi öğrenip, kısacası bir devletin ekonomisini, dış ve iç politikasını yönetmeye aday olarak yetiştirildik. Kendilerinden feyz aldığımız hocalarımızın arasında Mümtaz Sosyal, İlber Ortaylı, Ahmet Taner Kışlalı, Alaadin Şenel, Toktamış Ateş ve Bilsay Kuruç gibi ülkemizin en önemli aydınları vardı ve bizlerin gelişmesine çok büyük katkıları oldu.
Siyasal Bilgiler Fakültesinin hemen ardından gittiğimiz San Francisco State Üniversitesinde ise İşletme ve Pazarlama dalında yüksek lisans yapıp, Amerikan kapitalizminin işleyişi üzerine ilk elden bilgi ve görgü sahibi olduk diyebiliriz. Bu dönemde Silikon Vadisi’nin ilk dönemleri olduğu için Bilgisayar Programcılığı öğrenimi de yapıp, en basit algoritmalardan, en karışık Yapay Zeka uygulamalarına kadar, dünyanın “yüksek teknoloji merkezi” olan Silikon Vadisinde yirmi sene geçirdik.
Bu çeşitlilik içinde, ilk günlük Aydınlık Gazetesi’nin 1978’deki macerasında ve Halkın Sesi gibi yayın organlarının temsilciliğini yaparak, gazeteciliğin de oldukça içine girmiş olduk.

ÇOK GEZEN Mİ BİLİR ÇOK OKUYAN MI SORUNU

Özellikle de müzik sanatının gücü ve Türk mistik Sufi müziğinin evrensel kabul görmesi sayesinde, Endonezya’dan Bolivya’ya, Uruguay’dan Güney Kore’ye, 50 civarında ülkeyi kültürel ve sosyal özellikleri ile yakından tanımak ve tecrübe etmek şansımız da oldu. Bu şansımızı, Dünya insanlığını daha yakından tanıyıp daha iyi hizmet verebilme amacımızla da birleştirince, derin gözlemler yapan bir sanatçı-gazeteciye dönüşmüş olduk.
Bu kısa hayat hikâyemizi neden mi anlattık? Elbette kendimizle gurur duyup, narsist duygularla havalara uçmak için anlatmadık. Amacımız, Latif Bolat’ın, hayatın hemen her konusunda yazı yazmaya neden eğilimli olduğunu açıklamaktı. Ve buna ulaşmak için de bir ömür nasıl uğraş verdiğini belirtmek istedik. Yani hemen herkesin, hemen her şeyi, hem de en iyi şekilde bildiğini iddia ettiği ülkemizde, insanlarımızı mütevaziliğe davet etmiş oluyoruz bu yazı ile. Herkesin her şeyi bilmesine ne imkan vardır, ne de gerek vardır. Bildiğimizi iyi bilmek gibi bir görevimiz var, kendimize ve toplumumuza karşı. Yarım-yamalak bilgi ile fazla yol alınamayacağının bilincinde olup, bildiğini en iyi bilen, uzmanlaşmış nesiller gerekmekte bize. Bunun için de, öğrenmenin hakkını veren, gerekli ödevini yapıp kendini yetiştiren, uzmanlığı dalında en yükseklerde olmak için çırpınan bir milletin önünde, hiçbir engelin durması mümkün değildir