Hırsızlık ve ganimet
Geçenlerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından açıklanan bir rapor, FETÖ’nün dini istismar eden ve gerçekte dinsel yapı sayılmaması gereken bir nitelik taşıdığını belirtiyordu. Ancak karşımıza çıkan bu olgunun ‘ne olmadığını’ anlayabilmek için biraz daha zor olan yolu yürümeye cesaret göstermek ve sorunun kaynağını analiz etmeye çalışmak zorundayız. Bugün Türk toplumunda dini radikalleşmenin körüklediği fakat dinsel örgütlenmelerle sınırlı kalmayan ve karşımıza her an her yerde çıkabilen bir başka sorunla giderek daha fazla karşılaşıyoruz: ahlaki çifte standartlılık!
Milletleşme sürecinin faydalarından bir tanesi de kompartımanlardan oluşan toplumu birbirine doğru açarak, etnik gruplar, mezhepler ve altkültürler arasındaki geçişlilikleri sağlamasıdır. Bu grupların her birini ‘cemaat’ olarak tanımlamak mümkündür. Birbirinden izole cemaatlerin birlikte yaşamakla ilgili en önemli sorunu, diğer grupları tanımamaktan gelen önyargılardır. Bu kapalılık ve geçişsizlik, her zaman grup içi referanslara göre oluşmak zorunda olan ahlaki normların çok dar bir alandan beslenmesine yol açar. Böylece ulusal ahlaki normlar yerine etnik, mezhepsel, cinsel, ailevi ve bazen daha dar kapsamda yerel ahlaki norm sistemlerine bölünmüş bir toplumun varlığına yol açar. Bu toplumda farklı gruplar mekânsal olarak yan yana yaşasalar da bağlı oldukları manevi iklim bakımından farklı dünyalara aittirler. Milleti tanımlayan unsurlar arasında “tasada ve kıvançta birlik” olması, sözkonusu kaynaşma ile yakından ilişkilidir.
Cemaat sözcüğü sosyologların iyi bildiği ve kullandığı bir sözcük. Topluluk anlamına geliyor ve yüzyüze ilişkilerin baskın olduğu, üyelerinin birbiri üzerindeki sosyal denetiminin yoğun olduğu insan birlikteliklerini anlatıyor. Bu haliyle cemiyet’in yani toplumun karşıtı olarak konumlandırılıyor. Cemaat, toplum kurma aşamasına varamamış ilkel ya da erken insani örgütlenmeleri anlatmak için olduğu kadar, toplumun içindeki daha dar kapsamlı örgütlenmeleri anlatmak için de kullanılıyor. Bu anlamda her toplumun içinde çok sayıda cemaatlerin olduğu söylenebilir.
İzole cemaatlere bölünmüş bir toplumun ahlaki olarak da farklı referans sistemlerinden beslenen çok ahlaklı bir toplum olması kaçınılmazdır. Her cemaatin diğerleriyle büyük oranda çakışma halinde olsa bile özünde kendi ahlaki referanslarına sahip olması temel bir sorun yaratır. Bu sorun, neyin iyi neyin kötü olduğuna ilişkin ölçütlerimizin mensup olduğumuz cemaat tarafından belirlenmesidir. Buradaki temel sorun, cemaatlere bölünmüş bir toplumun, öteki cemaatlerle bir arada yaşama hali içindeyken ciddi bir ahlaki çifte standart yaratabilmesidir. Bu cemaatlerin sınırları ne kadar çatlar, ‘biz’ duygusunun kapsamı ne kadar genişletilirse ahlaki ikiyüzlülüğün kapsamı da o kadar daralır. Günün birinde bütün dünyada bir insanlık ailesinin oluşacağı şeklindeki ütopya, aynı zamanda bütün insanlığın aynı ahlaki standartlara erişmesini ve hukukun gerçek anlamda ‘evrensel’ hale gelmesini hayal eder.
Çifte standart üzerine kurulu cemaat ahlakının kökenleri o kadar derindedir ve insanın toplumsallığıyla o kadar yakından ilişkilidir ki, günümüzde en modern gibi görünen topluluklarda bile karşımıza çıkar. Örneğin bir sendikada, birlikte yönetime gelme mücadelesi
veren eğitimli insanlar, kendi ‘cemaatlerinden’ olan kimselerin işledikleri aleni suçların üstünü örtme eğilimi gösterebilirler. Bu genelde inkâr etme ya da kusuru küçültme gibi savunma mekanizmalarına başvurularak yapılır. Buradaki çifte standart, hem sendikada hem de dışarıdaki insanlar arasında evrensel hukuk normlarını savundukları iddiasına karşılık iç grupta ölçünün değişmesidir. Kırılan kol, yenin içinde kaldığı müddetçe tolere edilebilir.
Cemaat ahlakının ikiyüzlülüğü bir suç işleyip işlemediğinden çok, cemaatin bundan rahatsız olup olmadığında biçimlenir.1 Cemaatin rahatsızlığının ölçütü ise, ‘elalem’in, ‘öteki’nin, yani cemaat dışındaki kesimlerin bu suçtan haberdar olup olmamasıdır. Cemaati vareden ‘biz’ normuna yönelik bir saldırı ihtimali yoksa suç örtbas edilebilir ya da bir gereken ceza grubun kendi içinde takdir edilir.
Cemaat ahlakının milletleşme açısından taşıdığı olumsuzluk şuradadır: modern kamu yönetimi anlayışı, kamunun tekliği varsayımına dayanır. Yani seçmenlerin bir kısmından oy alarak başbakan, belediye başkanı, milletvekili ya da sendika yöneticisi seçilmiş olsanız bile size oy vermemiş olanlar da dâhil bütün kamuya karşı sorumlusunuzdur. Oysa cemaat ahlakı, eline geçirdiği kamu gücünü de kendi cemaatini önceleyerek kullanmaya yol açar. Böylece kamu kaynaklarının ya da örgütsel kaynakların hem kötüye kullanılması hem de ahlaki referanslarınızı sağlayan cemaatiniz memnun edildiği müddetçe yapılan haksızlık ve işlenen suçların bir kusur olarak algılanmaması sözkonusu olur. Örneğin sizin ‘hırsızlık’ dediğiniz bir eyleme, başka bir ahlaki referans grubunun üyesi, o ‘hırsızlık’ cemaatinin lehine ise ‘ganimet’ olarak bakacaktır.
1 Nilüfer Göle ile Toplumun Merkezine Yolculuk, Haz. Zafer Özcan, Ufuk Kitapları Yay., İst., 2003, s.30