Horasan erenlerinin izinde iran’dan izlenimler (son): Ey Türk insanı, geldiğin yeri unutma sakın!

İran’da beş gün bile kalsanız, aylar boyu anlatacak anılar biriktirebilirsiniz. Yeter ki nereye ve neye bakacağınızı biliniz. Bakmak da yetmez, neden ve hangi amaçla baktığınızı da bilmeniz gerekir. Baktığınız yerde çöp görmek isterseniz, emin olunuz ki o çöp gözünüze görünür, hem de sizi kör edercesine.

Biz de, üçüncü kere gittiğimiz ve sadece beş gün kalabildiğimiz İran konusundaki izlenimlerimize, bugünkü yazı ile ve şimdilik kaydı ile son vereceğiz. Çünkü, dünya o kadar hızla dönmeye başladı ki, üzerinde yorum yapmak gereken bir o kadar konu birikiyor her geçen gün.

Aslında, iki gün önce Türkiye Merkez Bankasının aldığı bir kararı, yaratıcı bir şekilde İran konusundaki bu son yazımıza bağlamak gerektiğini düşündük. Çünkü, bu karar, doğrudan Türk vatandaşlarının yurt dışı seyahatlerinde kullandıkları kredi kartlarına yapılan taksitlerin kaldırılması ile ilgiliydi. Yani daha iki gün öncesine kadar, cebinde bir kredi kartı olan her Türk vatandaşı, tur şirketlerinden Avrupa’ya tur satın alıp, bunu 3 taksitle ödeyebilmekteydi. Bu yeni alınan karar ile, yurt dışına dolar akışını önlemek için, taksitleri kaldırdılar. Dolayısı ile Londra, Paris, Roma, Madrid, Brüksel hayalleriyle bavul hazırlayanlar, iyice bir düşünmek zorunda kalacaklar.

Bu düşünce sürecinde, bizim yapacağımız bir öneri var böyle Avrupa’da tatil hayalleri ile bavul hazırlayan vatandaşlarımıza: Bavulunuzu alın, İran’a gidin!

SADECE SEYAHAT YÖNÜNÜZÜ DEĞİŞTİRİN: DOĞU’YA!

Şimdi ne alaka diye kaşlarını çatıp, önerimizi küçümseyenleri görür gibiyiz. Londra, Paris, Eyfel Kulesi, Amsterdam’ın kırmızı ışıklı caddeleri dururken, İran’a gitmek de ne oluyor? Nereden icap etti bu?

Açıklayalım, neden böyle bir öneri yapmakta olduğumuzu. Bu arada, bilgi için, Avrupa’nın ve ABD’nin hemen her şehrini defalarca ziyaret etmiş, hatta onların en önemli ve meşhur yerlerinde 40 seneye yakın yaşamış biri olarak, İran’a gidilmesi çağrısı yaptığımı da ifade edeyim ki, Avrupa hakkında bilgisiz ve görgüsüz olduğum zannedilmesin.

Bu önerimizin sebeplerinden birincisi, İran hemen kapı komşumuzdur. Yani uzaklık bakımından, öyle Londra gibi, Paris gibi, saatlerce uçmak zorunda değilsiniz. Hatta, biraz daha maceracı iseniz ve seyahatlerin en unutulmazlarının, araba ile yapıldığını hatırlayanlardansanız, İran daha da kolay gidilen bir komşudur. İran’a açılan bir sürü sınır kapımız vardır ve gerek arabanızla gerekse otobüslerle bu kapılardan kolaylıkla İran’ın her yerine girebilirsiniz. Bu arada, belirtelim ki İran’da benzin sudan da ucuz denilebilir!

BURNU KOCAMAN AVRUPA’DAN MÜTEVAZI DOĞU’YA

İkincisi, İran devletinin burnu, Avrupa Birlikçilerinki gibi kocaman değildir. Yani Shengen filan diye de adlandırdıkları o “ulaşılamaz” ve “her babayiğide nasip olamayan” bir vize hikâyesi de uydurmamışlardır İranlılar. Özellikle de, komşuları biz Türkler için, ellerinden gelen tüm kolaylıkları gösterip sadece pasaportunuza bir göz atıp “hoşgeldiniz” derler! Londra’nın Heathrow Havaalanının gümrük kuyruğundaki gibi, “ya vizemde hatalı bir şey bulurlar ve beni İngiltere’ye almazlarsa!” türünden endişelerle soğuk ter dökmeniz de gerekmez İran’da. Kendinizi aynen Ankara Esenboğa havaalanındaymışsınız gibi rahat ve evde hissederek girersiniz Tahran’a, ya da Tebriz’e, ya da Meşhed’e.

Bir de düşünün ki, zar zor da olsa Londra’ya gidebildiniz. Yüksek kültürlüsünüz ya, British Museum’a gitmeden olmaz. Oradaki Irak’tan, Türkiye’den, İran’dan, Hindistan’dan çalınan derme toplama eserleri görmek boynunuzun borcu ya! İstanbul’a döndüğünüzde, Kadıköy’deki kafelerde 50 liraya içeceğiniz kahvelere eşlik edecek bir miktar Londra hatırası toplamak zorundasınız. Ya da Instagram’a koyacak, ağzınızın kulaklarınıza kadar uzadığı bir fotoğraf çektirmeniz gerek Eyfel’in, Louvre Müzesinin önünde.

ÇALINTI ESERLERİN ASLINA GİTMEK

British Müzesinin, önünde fotoğraf çektirdiğiniz o Asur, Babil, Akamenid çalıntı eserlerinin ana yurdu olan İran’ın kendisine, rahatlıkla gidebileceğinizi hiç düşündünüz mü? Aslında, bu eserlerin yaratıldığı ve binlerce sene boyunca, İngilizler ya da Fransızlar’ın çalıp Londra’ya veya Paris’e götürmelerine kadar, ev sahipliği yapıldığı yerleri şahsen ve bizzat ziyaret edebilirsiniz. Facebook’ta sürekli olarak kopyala-yapıştır modası ile kullandığınız o güzelim “rubailerin” şairi Hayyam’a olan borcunuzu, Nişabur’un kenar mahallelerinden birindeki anıt-mezarına gidip, onun “halet-i ruhiyesini” hissederek, asırlık çınarlar altında çay içerken ödeme imkanı da sağlayabilir böyle bir İran ziyareti.

Üçüncüsü, bir Türk olarak, insan bugün ikâmet ettiği Anadolu’ya nereden geldiğini ve nasıl geldiğini merak etmez mi? Hep deriz ya, Türkler Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya gelip burasını yurt edindiler. O yüzbinlerce insan, Selçuk Bey’in önderliğinde, Boeing 747’leri doldurup da mı geldi Malazgirt’e, Konya’ya? Devletin en tepesinden, köy kahvesindeki çiftçiye kadar, her ağzını açanın “bizler Yunus Emre’nin, Mevlana’nın torunlarıyız” dedikleri bir memelekette, bu iki muhteşem insanın fiili ve ruhani olarak geldiği bir yer yok mudur haritada? Yani, onlar Konya’da ya da Eskişehir’de birden bire ortaya çıkıp, dünyanın en büyük tasavvuf erlerinden mi oluverdiler?

KONYA’DAN ÖNCE DE SELÇUKLULAR VARDI

Ya da, oğlan çocuklarımıza “daha erkekçe” olsunlar diye, Cengiz ve Atilla’nın yanısıra, adını koyduğumuz Alpaslan’ın tarihi başkentinin Ankara olduğunu mu zannetmektesiniz? Nizamülmülk o ilim ve irfan yuvaları sayılan muhteşem medreselerini, Sivas ya da İzmir’de mi kurmuştu ki? İsfahan, Shiraz, Nişabur, Tebriz, Erdebil isimleri bir Türk insanı olarak, size hiç mi bir şey hatırlatıp, yad ettirmemekte?

İki kadeh rakı üzerine solculuğunuz tuttuğunda, hemen “Ben melamet hırkasını kendim geydim kendime” diye başlayıp “Haydar Haydar” diye nara attığınız nefesin şairi Seyyid Nesimi’nin de, Tebriz’in tepelerinde bu şiirlere ilham bulduğunu hiç düşünüyor musunuz? Sekiz yüz senedir Anadolu’nun irfan sembollerinden olan Hacı Bektaş Veli’nin ve tüm diğer Horasan Erenlerinin, bizim Erzurum’un küçük ilçesi, bizim Horasan’dan mı geldiklerini hayal etmektesiniz?

Tüm bu sorulara düzgün cevap verebildiyseniz, veya veremeyip vermek istemekteyseniz, size bir müjdemiz daha var: İran’a seyahat, Londra’ya ya da Paris’e yolculuğa harcayacağınızın ancak çok küçük bir parçası kadar cüzdanınızı rahatsız edecektir. Hatta cebinizdeki Türk Lirasi bile geçerli olacaktır alışverişlerinizde. Ve karşılığında, İngilizlerin kendilerinin de dalga geçtiği “kızarmış balık ve patates cipsi” türünden yemekler değil, İranlıların chelo kebapları, biryanileri, aklınıza gelecek her türlü meyveden üretilmiş pestilleri, macunları gittiğiniz en küçük kasabada bile sizi tatlılıkla karşılayacaktır.

KAŞGAYLAR, AFŞARLAR, AZERİLER, TÜRKMENLER: AÇ KALMAZSINIZ!

En önemlisini de en sona bıraktık bu konuda: İran bizim Türklerin iki yüz sene eyleştiği, başkentler kurduğu, İpek Yolu üzerinde en muhteşem kervansarayları ve çarşıları inşa ettiği bir toprak. Evet, bazılarımız Anadolu’ya doğru devam etmişiz, Ertuğrul Gazi ve diğerlerinin peşinden. Ama bir o kadarımız da, yola devam etmeyip İran yaylalarını, bozkırlarını, şehirlerini ve köylerini evsinmiş ve oralarda yaşam kurmuşuz. İsfahan’dan Tebriz’e, Tahran’dan Şiraz’a sıkıntıya düştüğünüz her an, sadece Türkçe konuşarak anlaşabileceğiniz bir yer İran. Öyle Paris’teki burnu büyük Fransızların, bizim mükemmele yakın İngilizcemize bile cevap vermediği bir kostaklık yok bu topraklarda. Doğu toplumlarının en güzel özelliği olan mütevazilik, hala geçer akçe İran’ın çoğu yerinde. Birçok konuda, eski Türkiye’yi hatırlamak isterseniz, gidip de ana ve babanızın nesillerinin hayat felsefesinin pratikte nasıl olduğunu görebilme şansınız olacaktır. Bu bile, tek başına yeterli bir sebep olmalı İran’a bir veya daha fazla ziyaret için! Güle güle diyelim daha şimdiden size.