İhkak-ı hak ya da hem kurban hem de yargıç olmak
Haftalar boyu MHP’nin, genel olarak af önerisi olarak isimlendirilen teklifi tartışılıp duruyor. Hangi suçları kapsayacağı pek net bilinmemesine karşılık, hukukçu olsun olmasın herkes, biraz da duygusal tonu ağır basan bir üslupla “Kader kurbanı” gibisinden hukuk literatüründe yer almayan kelimelerin ardına gizlenerek düşüncelerini ortaya koyuyorlar.
Doğal olarak, toplumun belirli kesiminde karşılığı olan af beklentisinin her daim gündemde tutulmasının arkasında elbette ki kimi parti ve çevrelerin beklentileri de yok değil. Bu beklentilerin vicdanla politik çıkar çizgisinin neresine daha yakın olduğunu söylemek ise sanırım pek kolay değil.
Yerel seçimlerin pek uzak olmadığı bir zaman diliminde, affı onaylamakla onaylamamak da öyle kolay bir şey değil. Sonuçta binlerce kişinin beklentilerini boşa çıkarıp, kısmi de olsa toplumun bir kesiminde düş kırıklığı yaratmak da var...
Mahpus damlarında günlerin öyle sanıldığı gibi zor değil, çok, ama çok zor geçtiğini sanırım çeken bilir. Af tıpkı; Zeus’un Olimpos’taki büyük şölenine konuk edilmeyen kötülük tanrısının, tanrıların babasından öç almak için, masanın üzerine “en güzeline “ diyerek attığı bir elma gibi. Kime verilse kıyamet kopacak... Af da öyle bir şey... Desteklesen bir türlü desteklemesen bir başka türlü...
Türk sinemasının neredeyse resmi türü olana melodramların değişmez sözcüğü “Kader Kurbanları” nın hukukta pek yeri ve karşılığı yoktur ama, “İhkak-ı Hak” ın vardır. İhkak-ı hak, “kendiliğinden hak alma” ya da “hakkını hukuki yollara başvurmadan zor kullanarak almaktır.”
Bu “kendiliğinden hak alma” yani bir diğer deyimle hem “kurban”, hem de “yargıç” olma -ya da hem av, hem de avcı olma, bizim sinemamızda -tabii gerçek yaşamızda da - pek yabancısı olmadığımız, bir durumdur. Çünkü sinemanın - özellikle de avantür, serüven, macera, ne derseniz deyiniz türlerinin - vazgeçilmez bir ögesidir. Bu ögenin sık kullanılmasının ardında ise “mağdur olma” hali yatmaktadır.
Bertold Brecht, reddedilmez bir davetkarlığa sahip olması nedeniyle “yaşlı bir yosmanın tüm hünerlerine sahip” olarak tanımladığı Hollywood sinemasının, tüm dünya sinemasına armağan ettiği “kahraman yaratma yönteminin özünde de ihkak-ı hak yatmaktadır. (Yani kahramanı sevdirmek için haksız yere ezip, acındırıp mağdur konuma getireceksiniz, sonra da kendi adaletini kendi yöntemiyle -yani şiddet kullanımıyla- sağlamasını izleyerek sevecekseniz.) Kısacası basit, ama sinemanın her döneminde geçerli olan bir yöntem.
Dünya sinemasında bunun en yoğun örneklerini, yönetmen Michael Winner ile değişmez oyuncusu Charles Bronson, başta “Mekanik”, “Vahşi Kin”, “Öldürme Arzusu”, “Yara” vs, filmleriyle vermişti. Bizde de Yılmaz Güney’in bir çok filmini buna örnek olarak gösterebiliriz.
Michael Winnrer-Charles Bronson ikilisinin filmlerinin Avrupa’da uzun bir süre gece saat 12’den önce TV’lerde gösterilmesi yasaklanmıştı. Önce adalet olgusunu sonrasında ise kolluk kuvvetlerine olan güveni sarsabilir gerekçesiyle...
Bizde ise “kendiliğinden hak alma” yöntemi yalnızca filmlerle sınırlı kalmadı, giderek perdeden/ekrandan atlayarak gündelik yaşamın içine de giriverdi.
Af kısmi de olsa, bir çok kişiyi özgürlüğüne kavuşturup, bir çok yakınını sevdirecek... Ama bir o kadar kişinin de “kendiliğinden hak alma” duygusunu zihinlerde de olsa pekiştirecek.
Dileriz ki, hiç kimse, ama hiç kimse hem kurban, hem de yargıçlığa soyunarak kendi adaletini kendisi aynı yöntemle aramasın. Ya da arayacağı bir ortam yaratılmasın.