İki Bin Yirminin Işığında
Aslında sadece geçmiş var. Daha doğrusu gördüklerin hep geçmişte. Zira bir şeyi görmen, o şeyin üzerinden yansıyan ışık sayesinde olduğundan, sana onu gördüren ışık, kaynaktan çıktığında değil, hedefe ulaştığında görmeye başlarsın. Işık hedefe doğru çok hızlı yol alsa bile bir zaman farkı oluşur. Yani gördüğün şeyler, aslında bu farktan dolayı geçmişte görünür. Işığın hedefe mesafesi uzadıkça zaman farkı açılır. Diyelim bugün, tam şu an bir yıldız patlıyor, gördün. Aslında o, asırlar önce patlamış fakat ışığı, yol aşırı derecede uzun olduğu için sana yeni ulaşmış, “şimdi” görmüşsündür. Işık, görmenin sınırıdır aslında. Görülemeyen yere o yüzden karanlık denir. Yoksa değildir; sana karanlık gelir.
Işık, hem tanecik hem dalga özelliği gösterir. Kuantum çağında emin olduğumuz, sadece dalga ya da sadece tanecik olmadığıdır. Buna ışığın dualitesi diyorlar. Feynman’ın konuya ilişkin yazdıkları önemli. Yapısında foton denilen tanecikler var ki saniyede 300.000 km hızla yayılıyor. Fotini derler, kadın ismi var Yunanda, ışıklı gibi işte... Tipik özellikleri frekans, dalga boyu ve dalga yüksekliği. Frekans, saniyede yapılan tekrar sayısıdır. Dalga boyu kısaldıkça artar; dolayısıyla enerji de artar. En kısa dalga boyundan en uzununa sıralayalım: Gama, X, morötesi ışınlar. Sonra insan gözünün görebildiği aralık var. Devamında da kızılötesi ve radyo dalgaları. Daha uzun aralıkta görebilsek havadaki radyo sinyallerinin vızıltısına bakabilecek miydik acaba?
Uygurca ışık, yaltırık demek. Bugün elektrik diye kullanıyoruz ya, o. Latinler lux diyor ışığa. İsmet Özel kendi sorar Amentü’de “neden karpuz sergilerinde lüküs yanar” diye, kendince cevaplar: “Yazgı desem.” O lüküs lambasını hatırla, gece denize açılan balıkçılar da kullanırdı bir zamanlar. İspirtoyla yanar bir lamba; aşağıda yıldızlar gibi lüferler kıpraşır, teknelerin ucunda kıpır kıpır ışık oynaşır... Bir devirmiş.
Nihayet şunu biliyoruz: Işık, madde değildir. Maddeye etkiyen çoğu şey dokunmaz ona. Mesela yerçekimi, ışığı yere çekmez. Kim bilir, madde, fazlaca yoğunlaşmış bir ışıktır belki. Bu yüzden de ilk maddenin oluşumu, ilahi kitaplarda ışıkla ilişkilendirilir. Tanrının Eski Ahit’teki ilk cümlesi, ilk isteği: “Fiat lux!” Yani “ışık olsun!” Yaratılış bölümündedir... Önce yeri ve göğü yaratır, sonra ışık olsun der ve ışık olur. Tanrı, ışığın iyi olduğunu görüp onu karanlıktan ayırır. Böylece renkler, karanlık, gölge, aydınlık; hepsi işe koyulur. Sadece bitkilerin ışık enerjisiyle fotosentez yaparak beslendiğini düşün, dediğim anlaşılır. Canlıların temel yapı taşı hücreler, aralarında haberleşmek için yalnız kimyasal hormon kullanmaz, bio-foton denen ve ışıktan oluşan bir tür enerji de kullanır. Karanlık, o yüzden de çürümedir biraz.
Işık çok acayip. Varlığı olanaklı değilken, olanaklı “kılındı”. Her şeyden evvel var olduğu söylenen tek gücün, zihnindeki pırıltıydı belki. Tüm evren, onun sayesinde gerçekleşti. Varlığı henüz hiç yokken adı konuldu. Her şey önce ışıkla işlemeye başladı. Goethe, renkler ışığın acıları der, boşa değil. Bilinmeyen hakkında konuştuğunda ışık tuttuğunu söylersin. Sorunun çözülmesine konuyu aydınlatmak derler. Kötülük, bu yüzden karanlıkla bir tutulur. Kötü şeyleri, karanlık güçler yapar.
Kendisi çoktan karanlığa karışmış Umberto Eco, Güzelliğin Tarihi adlı mükemmel kitabında Aziz Ambrosius’un şu sözünü alıntılar: “Işığın doğası öyledir ki, zarafeti diğer nesnelerde olduğu gibi sayıdan, ölçüden ya da ağırlıktan değil, görünüşünden oluşur. Dünyanın öteki parçalarını övgüye layık kılan ışığın ta kendisidir.” Işık, felsefede de görünür: Hakikattir. Platon’da karanlık, mağaranın dışını temsil eder; Hegel’de gerçeklikle yukarısını yani hakikati birbirine ışık teli bağlar; Heidegger’de varlığı aydınlatandır; varlık ile var olanın birleştiği yerde durur.
Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli’nde Zebercet’in babasına ışığı yak değil, ışığı uyar dedirtir. Mevleviler, Bektaşiler de lambayı yak demez hiç; ışığı uyandırırlar; zarif. Gelgelelim Newton, eline üçgen prizmayı alıp o beyaz ışığın Tanrı ile değil, diğer tüm renklerle ilgili olduğunu göstermek için deneyler yapmıştır! Beyaz ışıktır neredeyse tüm olay. Öyle ya bit pazarına nur yağar, ölenler ışıklar içinde uyur. Bu bağlamda beyaz ışıktaki temizlik ve yücelik algısı Newton’un diklendiği tanrısallıktan gelir. Dünyanın en kirli yerinin Beyaz Saray, FETÖ’cülerin evlerinin ışık evi olması da ironi olmalı. Alınlar ak olur, gelinlikler bembeyaz...
Aklıyla bunca övünen insan, bugün halen sinekler gibi gördüğü ışığa doğru yöneliyor. Daha uzun bitkilerin ışığa önce uzanması gibi daha dev gökdelen güneşe kısa sürede uzanıyor, böylece fiyatı artıyor. Işık alan evler arıyoruz, aşağılar karanlık. Herkesin Babil Kulesi ayrı artık.
Ey okur diye sana Aydınlık’tan, bu köşeden sesleneli iki yıl oldu bugün. İki yıldır, pazar sabahlarına, çayına, kahvene eşlik ediyor, bir şeyler mırıldanıp duruyorum böylece. Aydınlık, adı üzerinde ışığa ilişkin bir kavram. Bir yanıyla da bilgiye dair çağrışımları var: Aydınlanma Çağı diye çağ var; anlamı olmalı. Aydın, adı üzerinde ışık saçan; eski dildeki karşılığı münevver. O da nur kökünden gelir Arapçada. Nur da zaten ışık. Işık olmayınca hep karanlıkta, göremiyor insan. Görmeyi, ışık sağlar. Ben fakir de iki yıldır sana gördüklerimi göstermeye çalışıyorum. 2020 geliyor işte, ne kaldı. Yepyeni yıl. Yeni heyecanlar, yeni umutlar. Yeni yılda da aynı şevkle devam etmek üzere. Geçen yıllar olsun diyorum; heves, istek, yaşam arzusu geçmesin de; gerisi hikâye!