İlkel jeopolitiğin en tehlikeli salgını: ‘Süper Atlantikçilik’

Atlantikçi” söylemleri ile popülerlik arayışındaki CHP milletvekili Namık Tan, 15 Ekim 2024’te X hesabına “monşer” olmaktan iftihar ettiğini yazdı. “Monşer”in Türk Dil Kurumu’na göre sözlük anlamı “davranışlarında Batı özentisi içinde olan”dır.

Kendi deyimiyle monşer olmanın gururunu yaşayan Namık Tan’ın diğer X paylaşımlarını incelediğinizde, Türkiye’nin NATO ve AB’ye sıkıca tutunmasını, Avro-Atlantik ittifakın nükleer güvencesinden mahrum kalmamayı ısrarla savunduğunu görebilirsiniz; özetle, CHP’nin monşerliğiyle iftihar eden bu milletvekili, pek çok Amerikalıdan ve pek çok Avrupalıdan daha sıkı ve daha gözü kara bir “Süper Atlantikçi”dir. Süper Atlantikçiliğin ne olduğunu ve etkilerini özetleyerek yazıma devam edeyim…

Meşhur CFR’nin, yani ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin kurucularından olan Paul Cravath, I. Dünya Savaşı sırasında ABD’de filizlenmiş olan Atlantikçilik hareketinin önderidir. Kuzey Amerika ile Avrupa’nın siyasi, ekonomik ve askerî olarak ittifak içinde olmasını savunan; bunu sağlamak için de liberal ve çok kültürlü değerler altında birleşmeyi savunan “Atlantikçilik” ideolojisi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1949’da kurulan NATO ile ete kemiğe büründü.

Churchill’in 1953’te “Avrupa’nın parçası olmadan Avrupa ile birlikte” şeklinde formüle ettiği “Atlantikçilik” ideolojisini, 1956 Süveyş Krizi’ndeki ABD-İngiltere anlaşmazlığı bile sarsamadı. ABD hegemonyasını, dünya güçler dengesinde küresel istikrarın sigortası olarak gören İngiltere’nin aksine; Avrupa’daki ABD hegemonyasına itiraz eden Fransa, Atlantikçilikten duyduğu rahatsızlığı 1966’da NATO’nun askerî kanadından ayrılarak gösterdi.

Soğuk Savaş yılları, ABD hegemonyasının sınırsızlığından tedirginlik duyulan Avrupa’da, “Avrupacılık” gibi kıtasalcı bir ideolojinin, hatta “tarafsızlık” yanlılarının bile “Atlantikçilik” ile mücadelesi yaşandı. Varşova Paktı’nın askerî gücü ve ideolojik karşıtlık üzerinden yapılan tehdit değerlendirmesi, Avrupa’daki “Atlantikçilik” ile “Atlantikçilik karşıtlığı” arasındaki bu sessiz ve derin mücadelede, “Atlantikçilik”in genellikle ağır basmasına yol açtı.

Avrupa’da ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye ve dönemden döneme değişkenlik gösteren “Atlantikçiliği kabullenme seviyesi”nin Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’lı yıllarda, dibi göreceği sanılırken, bu böyle olmadı.

SÜPER ATLANTİKÇİLİK YOLUYLA TAMPONLUKTAN KURTULMAYI DENEYEN TÜRKİYE

Varşova Paktı’nın Batı’ya karşı eksen, yani tampon ülkeleri olan Orta ve Doğu Avrupa devletleri; bu defa NATO tarafından Doğu’ya karşı eksen, yani tampon ülkelere dönüştürülmek istendi. Batı Avrupa’nın Rusya ile arasına tampon yerleştirme hırsı, Avrupa’da misyonunu tamamladığı sanılan “Atlantikçilik” ideolojisinin, bırakın sona ermesini, korumaya alınmasına yol açtı.

Başka şekilde ifade etmek gerekirse, birbirleri ile mücadele eden Atlantikçilik ile Avrupacılık uzlaştırıldı ve bu başarılı uzlaşının ürünü olarak “Süper Atlantikçilik” ya da daha popüler ismiyle “Küreselleşme” ideolojisi ortaya çıktı.

Monşer olmaktan iftihar ettiğini söyleyen günümüz CHP milletvekili Namık Tan’ın Washington Büyükelçiliği’nde Müsteşarlık yaptığı 1990-2001 yılları arası dönem, NATO ve AB tarafından “Yeni Avrupa’yı İnşa” süreci olarak ilan edilmişti.

Bu süreç içerisinde, NATO ve AB “demokratik idealler” sunarak; ABD ise “yumuşak gücünü göstererek” Rusya dışındaki eski Doğu Bloku ülkelerine tehditkâr olmak yerine, davetkâr tutum içine girdiler. O dönemde, “jeopolitik güdüler” yerine “ilkel jeopolitik içgüdüler” ile hareket eden Türk hükûmetleri, NATO’nun kanat ülkesi olma yükünü, müstakbel “NATO tamponları” konumundaki Doğu Avrupa’ya kaydırma hevesine kapıldı.

1990’larda Namık Tan ve diğer monşer arkadaşlarının “Süper Atlantikçilik” telkinlerine kapılan Türk Hükûmetleri, bırakın NATO’dan ayrılmayı, Türkiye’yi AB kapısına zincirleme saçmalığına bile sürüklendiler.

Tekrar Avrupa’ya dönecek olursak, ABD ve Batı Avrupa’nın tamponlaştırmaya çalıştığı eski Doğu Bloku ülkelerine, 1990’lı yıllarda, Batı’nın etki ajanları kanalıyla “Süper Atlantikçilik” hastalığı bulaştırıldı. Bu güçlü ideoloji transferi, eski Doğu Bloku ülkelerinde “Avrupacılık” destekli “Süper Atlantikçilik” ile “Avrasyacılık” arasında çetin siyasi mücadeleleri başlattı.

35 yıl süren bu süreçte, neredeyse tüm Doğu Avrupa ülkelerinde Süper Atlantikçiliğin siyasal ve kültürel olarak başarılı olması; özellikle de NATO’nun “Barış için Ortaklık (BİO)” programlarından etkilenen silahlı kuvvetlerine yerleşerek kökleşmesi, bu ülkelerin birer NATO ve AB tamponuna dönüşmesine de yol açtı.

NATO’ya ve AB’ye ilk yanaşan devlet olmasına rağmen, Süper Atlantikçilik-Avrasyacılık mücadelesi uzun süren Ukrayna’da da Süper Atlantikçilik egemen olunca Ukrayna, Rusya’nın yaşamsal refleksi ile kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ve 2 yıldır devam eden kanlı bir savaşın coğrafyasına dönüştü.

NATO ve AB’nin eski Doğu Bloku ülkelerini birer birer avlayıp tamponlaştırdığı bu “Küreselleştirmecilik”, yani “Süper Atlantikleştirmecilik” süreci devam ederken; Türkiye’de, özellikle TSK’da, tam tersi bir durum, yani “Atlantik”ten, NATO ve AB’den kopma eğilimi ortaya çıktı.

Türk siyasetçileri NATO’nun kuzeyine yeni tamponcuklar yerleştirme oyunu ile oyalanırken, TSK’nın batıdan, güneyden, doğudan yeşertilen vekiller yoluyla kuyusunun kazıldığını anlaması zor olmadı.

“Atlantik”ten kopma eğilimi, TSK dışında da hissedilmeye başlanınca; ABD destekli Fetöcüler Türkiye’deki “Süper Atlantikçilik Karşıtlığı”na savaş açtı ve Atlantik’e karşı tavır alan Türk kamuoyunu kumpaslarla korkutmaya çalıştı.

SÜPER ATLANTİKÇİLİĞİN SAHTE SAVUNMA VE GÜVENLİK SUNUMU

“Süper Atlantikçilik” konusuna Namık Tan ile başlamıştık, Namık Tan ile devam edelim. Atlantikçilerin vatanseverleri etkisizleştirmeye çalıştığı etkili kumpaslar dönemi olan 2007-2014 arasında, kendini iftiharla monşer olarak tanıtan Namık Tan, Tel Aviv’de ve Washington’da büyükelçi idi.

Yaşamının en verimli 13 yılını Washington’da ve 3 yılını da Tel Aviv’de “monşerlik” yaparak geçiren 68 yaşındaki Namık Tan’ın bugünkü söylemleri, kendisinin Türkiye’deki bir numaralı “Süper Atlantikçi” olduğuna işaret eder…

Gün geçtikçe daha NATO’cu ve daha AB’ci olan, yani gün geçtikçe daha “Süper Atlantikçi” olan CHP’nin milletvekili olmak, en “Süper Atlantikçi” Namık Tan’a çok yakışmış…

Türkiye, Süper Atlantikçilere mi teslim edilmeli? Cevabım: Asla! Coğrafya kaderdir ve Doğu ile Batı’nın sınırındaki Türkiye için ya Doğu ya da Batı seçeneği vardır. Atlantikçi “kanat/tampon/eksen” avcılarının tuzağına düşmüş durumdaki Türkiye, tam 72 yıldır jeopolitik gücünden vazgeçerek, Batı’nın fedailiğini, -hem de Batı’nın kontrolündeki yapay gerginlik ve çatışma ortamı içinde kalmaya tahammül ederek- üstlenmiş durumdadır.

Yani, 72 yıllık olumsuz bir deneyim vardır. Namık Tan gibi Süper Atlantikçilerin “Avro-Atlantik ittifakın nükleer güvencesi altında olduğumuz” laflarına inanmayın derim ben. “Atlantik savunma şemsiyesi”, tamponlar ve kanatlar için değil; ama, Türkiye gibi tampon ve kanat (fedai) ülkelerin savunma şemsiyesi Atlantik içindir.

Namık Tan gibilerin Batı’nın yalancıktan savunma ve güvenlik sunumuna rızası olabilir; ama, benim gerçekçi savunma ve güvenlik anlayışım, Türkiye’yi Atlantik’te değil, Asya’da konumlandırmak istiyor. Seçeneklerim elbette, “Doğu”dadır. Siz de aynı fikirdeyseniz, doğru adres Türkiye’yi Batı’dan koparamayan AK Parti veya Türkiye’yi daha çok Atlantik’e bağlamak isteyen CHP değil; emperyalizmle mücadelenin partisi olan Vatan Partisi’dir.