İmtiyaz dağıtan siyaset sistemi
Adalet Bakan Yardımcısı Ramazan Can, Bakanlığın görevde yükselme sınavıyla ilgili talepleri cep telefonundan özel kalemine iletirken kameralara yakalanmış. Daha önce de milletvekillerinin bakanlara torpil ricalarında bulunduğu telefon ekranı kazaları basına yansımıştı. İlginç olan, sanki parlamento sistemimizin halkla ilişkiler mekanizması esas olarak böyle iş görmüyormuş gibi yapmamız. Meseleleri gündelik olanın yüzeyselliği içinde algılayıp, gündelik ve uçucu tepkiler vererek yaşayıp gidiyoruz. Oysa torpil sistemi iki yönlü çalışan bir sistem. Bir yönüyle iktidar partisinin “patronaj” yani kendi adamlarını kayırma temelinde hareket etmesiyle, diğer yönüyle ise halkın gücü elinde tutanlardan başta milletvekilleri olmak üzere araya aracılar sokarak kendisi için imtiyaz talep etmesiyle işliyor.
Patronajla iş gören hükümetler liyakati önemsemezler. Önemli olan sadakattir. Bunlar menfaat şebekesi gibi iş görürler. Kamu kaynaklarını öncelikle kendilerine sadakat gösterenlere dağıtmak için örgütlenmiş olduklarından, ideolojik ve programatik yönleri zayıftır. Bunlara siyaset bilimi literatüründe “hepsini yakala” (catc-all) diye uyduruk bir isim verilmiştir. Bu tür partilerin kurduğu hükümetler halkı arsızlığa alıştırır kişiliksizleştirir, kendi omurgasızlığını bir ‘etik’ haline getirip yukarıdan aşağıya halka yayar. Sistemin çarpıklığının esas sorumlusu bu tür partiler ve siyaset yapma tarzının sahipleridir.
TORPİLİN HALKIN TALEBİ HALİNE GELMESİ
Ancak sistem iki yönlü çalışır dedik. Bir siyaset kültürü haline dönüştüğü ölçüde, torpil halkın da başlıca talebi haline gelmeye başlar. Kaynak yaratamayan, refahı topluma yayamayan, hukuku kurumsallaştıramamış bir sistemde, herkes kendi gemisini kurtarmaya yönelir. Halk siyaset kurumunun üzerine bir ağırlık olarak çöker. Siyaset yapmak, imkânı olanlar için bir kişisel zenginleşme aracına dönüşürken, bu şansı olmayanlar için kişisel imtiyaz sağlama mekanizması olarak kullanılır ve iyice yozlaşır. Siyaset kültürü haline dönüşmüş patronaj ve torpil, bundan uzak durmaya çalışan siyasal parti ve güçleri de kuşatır. O andan itibaren bakan yardımcısı talepleri özel kalemine iletti türünden bir haberin kendi başına bir haber değeri kalmaz. Artık tartışılması gereken, başka tür bir siyasetin mümkün olup olmadığıdır. Yapısal hale gelmiş bir sorun, yapısal değişme olmaksızın giderilemez. Aynı siyasal kültürün parçası oldukları ve benzer kaynaklardan beslendikleri ölçüde şu partinin yerine bu partiyi, şu görevlinin yerine bu görevliyi getirmekle bu sorunu çözemeyeceğimizi bilince çıkarmaktır. Bu olmadan yapılacak tartışmalar ‘tencere dibin kara’ düzeyinde kalıyor. Türkiye pek çok tartışmada olduğu gibi, torpil konusunda da gündelik ve yüzeysel olanın sınırlarını maalesef aşamıyor.
SİSTEMİN MANTIĞINA UYUM SAĞLAYAN VEKİLLER
Sistemin kendisini nasıl yeniden-ürettiğine biraz daha yakından bakalım. Doktora tezimi parlamenter sistemimizde milletvekillerinin kendi rollerini nasıl gördükleri konusunda yazmıştım. Anket ve mülakat yaptığım milletvekillerine “Parlamenterlik yaptığınız süre boyunca seçmenlerle ve genel olarak halkla ilişkilerinizin düzeyini nasıl tanımlarsınız?” diye sorduktan sonra, açık uçlu bir soru daha yönelterek verdikleri cevabı açmalarını istemiştim. Seçmenleri ile ilişkilerini “çok yeterli” bulan vekillerimiz arasında bütün boş vakitlerini seçim bölgesinde geçirdiğini, herkesin kendisine kolayca ulaşabildiğini, vekillik öncesindeki belediye başkanlığı ya da hekimlik gibi görevlerinden dolayı halkla nasıl iletişim kuracağını iyi biliyor olmanın avantajlarına dikkat çekilmişti. Bunlar sistemin mantığına uyum sağlamış milletvekilleriydi.
Ancak bir de, arada kalmış olanlar vardı. Seçmenlerle ilişkilerini “kısmen yeterli” buluyor olanların sistemin işleyişine tam uyum sağlayamamış oldukları anlaşılıyordu. Açık uçlu soruya verdikleri cevaplarda halkın taleplerinin kendilerini milletvekilliği yapmaktan alıkoyacak yoğunlukta olduğuna dikkat çekiyorlardı. Örneğin 123 no’lu cevapta “Halkın talebine yetemezsiniz. Hizmette sınır yoktur” deniliyordu. Buradaki ‘hizmet’ sözcüğü siyaset dünyamızda “imtiyaz talebi”nin kodlanmasıydı. 143 no’lu cevabın sahibi “bütün talepleri dinleme, gereğini yapma imkânı yoktur. Ayrıca taleplerin yüzde 95 yasama dışı istemlerden oluşmaktadır” diyerek siyasal kültür haline dönüşmüş bir patronaj sisteminde halkın da sorunun bir parçasına dönüştürülmüş olduğunu ortaya koymaktaydı.
Seçmenlerle ilişkilerini “olması gerektiği düzeyde, normal” bulan 113 no’lu cevabın sahibi milletvekili, bunun nedenini “popülist yaklaşımlardan uzak ve iş takipçisi gibi davranmayıp, asıl görevim olan yasamayı önemsedim. Bu yüzden seçmenle düzeyli bir mesafem olmuştur” diye açıklamıştı. 127’ no’lu cevap ise “halkın parlamenterden beklentileri çok mübalağalı ve istikrarsızdır” diyordu. İdealizmden taviz vermemekte ısrarlı olduğunu anladığımız 176 no’lu cevabın sahibi bir vekil “yöreme, devlet hizmetlerinde ayrıcalık yapamadım. İş takipçiliğinde başarısız oldum. Hukuk dışı, yasa dışı talepler karşısında ödün vermedim. Ülkemin ve seçim bölgemin sorunlarına gerekli duyarlılığı gösterdiğime inanıyorum” diye yazmıştı.
HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAYANLAR
Cevaplarında seçmenlerle ilişkilerini “daha seyrek olmalı” diye işaretleyenler de olmuştu. Bunlar uyumsuzlardı. Hayal kırıklığına uğramışlardı. Onların gerekçelerine baktığımızda, halkın imtiyaz talepleri ile uğraşmaktan “asli görevinizi yapamıyorsunuz. Tayin, atama işlerini yapmaktan kurtulmalı. Özel iş yapmazsan vatandaşa yaranamıyorsun” (139); “çünkü siyasetçi üzerindeki gereksiz ve tehlikeli bir baskı unsuru olarak seçmen hiç tatmin olmaz” (183) cevapları dikkat çekiyordu. 195 no’lu cevabın sahibi ise milletvekili odalarının önündeki halk kuyruğu yüzünden TBMM genel kuruluna “kanun tasarı ve tekliflerini okumadan, gündemden habersiz, hazırlıksız” katılmaya yol açtığını belirterek, bir öneri getirmişti: “halkla ilişkiler iç tüzükle belirli zamanlara tahsis edilip yasama çalışması yapılırken meclise giriş yasak olmalı ve uygulanmalı.” Burada topu halka atıp siyasetçiyi temize çıkarmak diye bir derdim yok. Aksine, yukarıda belirttiğim gibi, yozlaşmanın faturası esas olarak elinde güç tutanlara çıkarılmalıdır. İdeolojisiz, programsız, teorisiz, fikirsiz siyasi partiler ve kadrolar, ellerinden gelen yegâne güç devşirme yolu olarak siyaset komisyonculuğunu devreye sokmaktadırlar. Ancak bu mekanizma on yıllarca sürdüğünde, bir siyaset kültürü haline gelir, kendi insan kaynağını inşa ederek kendisini yeniden-üretmeye başlar. Bu aşamadan sonra sorun yapısal bir hal almış demektir ve çözümü de bu bakış açısı içinde tartışılmalıdır.