İnsan ne öğretiliyorsa odur

Fiziki soğukla sosyal yalnızlık arasında sıkı bir ilişki vardır ve deneylenmiştir, sosyal olarak kendini çok yalnız hisseden insanlar günlük sıcak duş aldıkları takdirde bu fiziki sıcaklık onlara sosyal bir sıcaklık hissi de verecektir.

80’li ilk gençlik yıllarındaki derin yalnızlığımızın günlük duşla da alakası vardı. Arkadaş sohbetlerinde söylerim. 80’den bugüne yalnızlığımızda değişen bir şey yoktur, bugünlerde sadece günlük sıcak duş alabiliyor ve fiziki sıcaklıkla sosyal sıcaklığı karıştırıyoruz. Oysa hava eskisi gibi, buz gibi soğuk ve bu soğuk karşısında yalnızlığımız yine bıçak gibi çok sert.

Mekan, zaman, koku, ısı farklılıklarında beynimiz birçok şeyi yanlış konumlandırabiliyor, hayat aynı hayattır sadece fiziki algılarımız değişmiştir.

Beynimizi şaşırtan karıştıran nedir?

Buna zihin dönmesi de diyebiliriz, birkaç laf edelim, önce zihinlerimizi ortaçağ imgeleriyle dönüştürdüler, sonra tarihi ortaçağa taşıdılar.

Bebeğiniz kustuğunda tepkinizi korkuyla değil sevinçle verin, ah ne güzel kustu diye alkışlayın, bebeğiniz ‘kusmayı’ korkuyla öğrenmeyecektir, bebeğiniz kusarken siz korku gösterdiğiniz için bebeğiniz kusmayla korku arasında ilişki kurar.

Ya da bir bebek odası düşünün, kapıdan annesinin acı çığlıkları geliyor, tam o sırada, bebeğinize çikolata uzatın, çocuğu ağlatacak her korkunç çığlıkta bebeğe yine oyuncak verin çikolata verin.

Bebek korkması gereken bir durumda sevinecek midir, beyni bu korku anında ödül oyununu nasıl algılayacaktır?

***

Eğitim sistemi ve çevremiz bir çok yanlış şeyi alışkanlık haline getirtip hayatın doğrularıymış gibi öğretir.

En büyük ‘yanlış’ımız, somut’u soyut’a bağlamaktır.

Şöyle, açlık, hastalık, işsizlik, maaş ‘somut’ ihtiyaçlardır, bu somut şeyleri elde etmek için sadece dua edersen, somut’u soyut’a bağlamış olursun.

Mesela hikayeler, imgeler, resimler, metaforlar, ‘soyut şeylerdir’ ancak beyin birçok ‘imgeyi’ somut gibi algılayabiliyor, insanlığın bütün inanç sorunu da burada düğümleniyor.

Gerçek olmayan şeyleri gerçek şeylermiş gibi kaydetmek...

Daha da açalım, para vermek, senet vermek somut nesnel gerçek bir şeydir ancak ‘Allah versin’ demek soyut bir şeydir. Ancak Allah’ın vermesi öyle güçlü bir inançtır ki, insan gerçekten Allah’ın verdiğine inanır.

Sol’un idelojisi ‘somut’tur, nesneldir, gerçekçidir; aç insanın duayla değil ekmekle doyacağına inanır.

Sol edebiyat da gerçekçi edebiyattır, rüya aleminde yaşamaz, hayali kahramanlarla uğraşmaz, insan ve toplumu fotoğraf gibi gerçekçi tasvir eder.

Sağın muhafazakar değerleri-ideolojisi ‘soyuttur’, aç insanın temenniyle, duayla, vaatle, cennetle doyurulacağına inandırılır, ‘hayal’ üzerine kuruludur.

Sağcı muhafazakar insanın beyni bu soyut metaforlarla doludur, gerçek-soyut karmaşıktır, soyut olmayan şeyleri varmış gibi gerçek gibi algılar.

Konumuza girelim, bundan on yıl önce bir TV programında sanatsız, eğitimsiz, bilimsiz bırakılmış kitlelerin cahil bırakılıp böcekleştiğini söyledim. Vay sen misin söyleyen, diye birçok ayrı şehirden organize birçok dava açıldı. Halkımıza böcek deyip hakaret ettiğimiz içinmiş, vay vay… Ve sadece bana değil bir çok ünlü sanatçıya da ‘halkı aşağılamaktan’ davalar açıldı, yıllarca sürdü.

İnsanın ağrına gidiyor, insanı ve halkımızı anlatan tasvir eden filmi sineması hikayesiyle toplumun önüne koyan, sol yazarlardır, Köy Enstitülü yazarlardan Nazım Hikmet’e, Orhan Kemal’e, Yılmaz Güney’e, Aziz Nesin’e büyük bir külliyat, bu halkın duygu düşünüş yaşayışını, acısı, çaresizliği, kimsesizliği, işsizliği, topraksızlığını destanlaştıran binlerce eser.

Yazarlığa başlama sebebim de budur, büyük medya burjuva ve hayali ve kurgu hayatlar anlatıyordu, bu sokaklarda yalnız çaresiz işsiz ölenlerin hikayesini kim anlatacak deyip yola çıktım, altta kalan, dövülen, işkenceden geçirilen soğuğun, cenazenin, işkencenin sahipsizliğin ortasında yüzlerce gerçek yaşanmış bu halkın hikayelerini yazdım.

Ve bu halkın acımasız, sert hikayelerini yazdığımız için dövülmedik, kovulmadık, engellenmedik, yok sayılmadık yer kalmadı.

Gerçekten halkı aşağılayanları dava etmek istiyorsanız, gidin milletin .mına koyacağım diyen işadamlarına dava açın.

Açamazlar, güçleri yetmez, kime açarlar, hayatı boyunca bu halkın hikayelerini yazmış, çizmiş, filme çekmiş, tiyatrosunda oynamış sanatçılara açarlar!

***

Hakimin karşısına geçip, bunun nesi hakaret, eğitimsiz, bilimsiz, sanatsız, insanlar cahil kalır, bu bilinen bir tespit, neyi hakaret? Dava açıldığı her mahkemede tek tek düştü, ama, işte birkaç işgününden oldun, sabah işini bırakıp mahkeme kapısına koştun, üstelik, iddiaya bakın, insan utanır.

Bu halka hakaret ediyorlar diye dava açan İslamcı organizenin mesela kendi şairlerine bakın, Necip Fazıl, İsmet Özel, Sezai Karakoç, güzel değerli şairlerdir, ancak, hiçbiri tek bir insan hikayesi dahi anlatmış değildir. Anlattıkları insanlar sahabe gibi kutsanmış stilize karakterlerdir, yani gerçekte bu hayatta olmayan yaşamamış tipler. Ya da dava açan İslamcı organizenin romancılarına, sinemacılarına bakın, hiçbiri hayatlarında bu halkın ‘gerçek’, ‘sahici’ bir kahramanını anlatmamıştır, ‘varsayılan’ ‘olması istenen’ ideolojik kahramanlar anlatmışlardır.

Yani bu halkın türkülerine, gerçekliğine, acısına, işkencesine eserlerinde hiç sahip çıkmamış, oralı olmamış insanlar, şimdi kalkmışlar, işkencelere ve hapislere ve sansürlere karşı yılmayıp bu halkın hikayelerini yazmış sanatçıları sözümona üstelik ‘halka hakaretten’ ‘dava’ ediyorlar.

Ve sosyal alem Nihat Genç ‘halka hakaret’ etti diye yıkılıyor, dile kolay, on yıl süren ve yüz binlerce (evet yüz binlerce) twit atıldı.

Tek bir gerçek insan hikayesi anlatmamış, bu halkın acılarını tek satır dile getirmemiş, hiç bedel ödememiş bu sağcı muhafazakar dinci çevreler çoktan ‘halkçı’ olmuş ve bizleri de ‘halkla dalga geçen’, ‘halkı aşağılayan’ yazarlar kategorisine koymuşlar, ki, sormayın.

Sormayın, sırf halkımız sağ yapılara oy veriyor diye, yani oy kazanmanın avantajıyla sözümona halk bizden diyen bir ‘halkçılık’ propagandası yapıyorlar.

Bu sağcı muhafazakar yapıların halkı sevdiği falan yok, ne halkı, onlar, kendilerine ‘oy’ verenleri seviyorlar, ne halkı, onlar cemaatleştirdikleri, aşiretleştirdikleri, hemşerileştirdikleri kitleleri ‘halk’ sanıyor.

Aynı sağcı yapıların hakkını arayan sendikaları, öğretmenleri, madencileri, tazminatları, işsizlik sigortasını ve özgürce örgütlenip yürümelerini isteyen talep eden bir manşetlerini hatırlayan var mı?

O sağcı İslamcı yapıların ‘kaynak’, ‘nesne’, ‘üretim’, ‘artı-değer’, ‘tarla’, ‘fabrika’, ‘sendika’ yani modern değerleri anlatan tek bir yazısını gördüğünüz var mı?

Halkla cemaati karıştırmayın, halk dediğin oyunu özgürce kullanır, modern toplumda halk dediğin örgütlenip hakkını arar, halk dediğin, iradesini bilincini bir şeyhe teslim etmez.

Halk dediğin kaynaklarına ve madenlerine sahip çıkar, halk dediğin kendi emeğine ve gücüne inanır gidip bir şeyhin müridi olmaz.

Gelelim bu meşhur aşağılamaya...

Kardeşlerim, Fransız ihtilal günlerine kadar, alt sınıflar Batı'nın her ülkesinde aşağılanırdı.

Yalancı, sinsi, kurnaz, hırsız, görgüsüz ve cahil oldukları için yüksek sınıflar tarafından aşağılanmaları aristokrat sınıfların kırbacı saltanatıydı.

Üst sınıfların asırlardır süren ‘kibrinin’ ama aynı zamanda gaddar, sorumsuz, keyfi iktidarlarının en büyük gösterisiydi.

Fransız İhtilali ve sonraki yüzyıl, sokak isyanlarıyla birey ve yurttaş kültürü demokrasinin ta kendisi olarak ortaya çıktı. Ve bir yüzyılda dünya kökünden değişti. Gazeteler daha çok satmak, daha çok okunmak için ve siyasi partiler daha çok oy almak için artık alt sınıfların trajedilerini dramatize etmeye başladı ve Charles Dickens’den Sefiller’e dünya edebiyatının şaheserleri ortaya çıktı.

Çok geçmedi, felsefe de çok şey değişti, Marksizm tarih sahnesine çıktı, maddi bir tarih yazdı, toplumsal sınıfları kategorize etti ve büyük bir sol edebiyat, yoksulluğu ve sömürülmesini büyük bir edebiyat fırtınasıyla hayata soktu. Ve halkın acılarını bu sefer bir sınıf bilinciyle yazmaya koyuldu ve tiyatrosundan sinemasına romanına büyük eserlerle dünyayı çalkaladılar, ki, bunların en başında Nazım Hikmet gelir.

Mesela bu satırların yazarı, yazarlığı bu halk yazarlarından öğrendi, ve onlara özenerek yüzlerce hikaye, makale yazdım. 1980 yılından itibaren altta kalanları, yoksulları, işsizleri, dayak yiyenleri, avukatsızları, açları, kapıcıları, hemşireleri, seyyar satıcıları, işsizleri, garsonları, tezgahtarları, iş bulamayanları, simitçileri, hastabakıcıları, köylüyü, evsizi ve gecekonduları anlatmaya koyuldum.

Ve büyük medya ve sağ muhafazakar yapılar ve onların holding yayıncıları, sokakta ölen öldürülen ve dayaktan ve işkenceden geçirilen bu aç, bu çaresiz insanların hikayelerini anlatmıyordu, umurlarında da değildi, işte açın bakın son yirmi yılda adını en çok duyduğunuz yazarların kitaplarına hayal, kurgu, rüya ve ne olduğunu kendilerinin bilmediği post-modern bir edebiyat zırvalıkları. Hiçbirinde şu sokakta yürüyen insanın tek bir dramı yok.

Ve bu sağcılaşma, muhafazakarlaşma, İslamcılaşma, holdingleşme sürecinde Anadolu’yu köyünden, tarlasından, ırgatından, deresinden, kuru soğanından, kavağından, bitinden, piresinden, otundan, hikayesinden, fıkrasından, türküsünden anlatmalara doymayan bu ülkenin onlarca soylu yazarını da kovdular, dışladılar, yazar yerine dahi koymadılar, başka tür yazarlar peydah oldu.

Niçin Anadolu’yu ve halkımızı anlatan yazarları adam yerine koymadılar, çünkü, bu soylu yazarların hepsi istisnasız ağalara paşalara holdinglere medyaya nara atarak meydan okuyordu.

Bu halkın türküsünü söyleyen, hikayesini yazan, filmini çeken bu soylu yazarlardı, ancak son on yıllarda, bu halkın sadece ‘oy’unu alanlar bu soylu yazarları halkı aşağılamakla dava edebiliyor, körlük ve inkarın geldiği yere bakın.

***

Bu halkın derelerini satmışlar, bu halkın köylerini boşaltıp hortlak hale getirmişler, bu halkı hain cemaatlere mecbur etmişler, madenlerini soymuşlar, madencilerini öldürmüşler, ağaçlarını, yeşilini koruyan köylülerini dayaktan geçirmişler, şimdi sırf ‘oylarını alıyoruz’ diye, bu aşağılık İslamcılar halkçı olmuş.

Yaylalarda ot bırakmamışlar, yaylalarda sığır koyun kalmamış, yaylaları Suud zenginlerine peşkeş çekmiş, yaylalara villalar kondurmuşlar ve şimdi bu insanlar ‘halkçı’ olmuş.

Bu halkın yüzyılda ürettiği kaynakları, servetleri topunu birden gözünün yaşına bakmadan satmışlar, bu riyakar İslamcılar şimdi halkçı olmuş.

Soma dememişler, Artvin dememişler, Bergama dememişler dağına taşına kıymışlar ve sadece oy’unu aldıkları için ‘halkçı’ olmuşlar.

Keşke ‘halkçı’ olabilseler, keşke halkın açlığını ve yokluğunu edebi şiir, hikaye ve türkülerle dile getirmiş birkaç sanatçıları siyasetçileri ve eserleri olabilseydi, keşke halkın yediği sopalar halkın .mına koyan patronların manşetlerinde olabilseydi…

Keşke halkçı olabilseydiniz, Fransız İhtilali’nden günümüze insanlığın verdiği ve değiştirdiği büyük siyasi kavgadan haberdar olurdunuz.

Son iki yüzyılda, halkın, siyaset ve edebiyat ve hukukla hakkını söke söke aldığı bütün kazanımları on beş yıllık iktidarınızda çar-çur etmez, ülkeyi, yeniden bu son iki yüzyıl hiç yaşanmamış gibi ortaçağa dönüştürmezdiniz.

Halkın sendikalarını, örgütlenmelerini, sivil kurumlarını küçümseyerek, dalga geçerek ve yasaklarla dağıtmaz, halkı cemaatleşmeye, aşiretleşmeye, hemşireleşmeye mahküm etmezdiniz.

İki yüz yılda dünyada neler olmadı, sınıflar, kültürler alt üst oldu, tarihin şatoları, sarayları krallıkları yıkıldı ve bu saraylarda zenginliği ve servetleriyle böbürlenen sahtekarlar tarih oldu, sayenizde Türkiye hariç, sarayları, krallıkları yeniden kurdunuz, sigorta, tazminat, işsizlik, fırsat eşitliği, hukuk önünde eşitlik, halkın kazanımı bütün hakları silip süpürdünüz, yalayıp yuttunuz.

Halkın .mına koyan patronları ve saraylarında sefa sürenleri bu halk çok iyi öğrendi, sömüren, çalan, soyan, kurnaz, yalancı, işbirlikçi, hain, güce tapan, oligarşik güçler, şimdi de sizleri besleyen, yemleyen aynı iktidarı ele geçirmiş aynı yağma talanın leş yiyicilerin adamlarını, bu halk iyi tanıyor.

Hadi size bir ‘deney’ şansı, büyük ekranlarınızda kaç on yıldır işsizlik konuşulmaz, kaynaklar madenler kimin eline geçti hiç konuşulmaz, hatırlamadınız mı, o halde bugünden itibaren bu soru eşliğinde izleyin tartışma programlarını, bakalım, son otuz yıl hiç sıra gelmedi bir otuz yıl daha sıra gelecek mi, kaynakların madenlerin kimlere yağma edildiğine.

Ey, beni ve onlarca soylu sanatçıyı halkı aşağılıyor diye dava eden İslamcı organizasyon!

Halkçıyım diyebilmeniz için, bu halkı soyanları edebiyatınız, siyasetinizle ‘aşağılayabilecek’ gücünüz cesaretiniz ve bir fikriniz olmalı.

Halkı soyanları ne zaman mahkeme ettiniz de biz görmedik.

Halkı soyanlara ne zaman bir öfkeniz küfrünüz oldu da biz görmedik.

Madenlerinize köylerine ne zaman sahip çıktınız da biz görmedik.

Mesela ‘konum’ olarak tam nerde yazıyor nerde yaşıyorsun?

Nerde yaşadığınız hangi çağda yaşadığınız değil, zihniniz hangi konumda hangi çağda?

Ve halka iş garantisini artık cemaatler cennet vaadleriyle veriyor, halkın açlığı karşısında, sen reise dua et Allah verir diyen marşlar yazıyorsun, halk çocuğunu işe koyamıyor, sabah akşam ekranlarda kutsanmış sahabe hayatları, cinleri, hurafeler, rüyalar anlatıyorsun.

İçtiğimiz su gibi, yediğimiz ekmek gibi somut gerçek nesnel, tek bir haberi tek bir hikayesi yok.

Kim bunlar?

Nerden geldiler?

Sevgili okuyucu, bu aşağılık yazarların ZİHİNLERİNİ DÖNDÜREN imgeleri, metaforları, kutsal hikayeleri öğrenin, birileri bu insanların beyinleriyle oynadı, gerçeklik ve hayatla zihinlerinin bağını koparttı.

***

Soğuk ve çıplak acımasız gerçekliğin içinde rüyalarla hayallerle dualarla vaatlerle olmadık cennetlerle ‘ısınıyor’lar, bu ortaçağ kafasını İslamcı iktidar hortlattı.

***

Hayali kutsanmış olmayan varlıkların olmayan rüyalarıyla dualarıyla, yarattı.

Bu sağcı ve dinci yapılar, insanlarımızı ekranlardan ve gazetelerden güdüleyerek sürüleştirerek cemaatleştirerek ve yeminleşerek ve kindarlaştırarak adanmış kurbanlık koyunlar haline getirerek ve cahilleştirerek, sadece saraylara ve halkın .mına koyan patronlara hizmet ediyorlar.

Modern bir toplumda, bir demokratik toplumda, bir Cumhuriyet’te insanlarımızı halk olmaktan çıkartıp cemaatleştirdiniz, yeniden aşiretleştirdiniz, yeniden kavimleştirdiniz, yeniden etnikleştirdiniz, yeniden mezhepleştirdiniz, yeniden hurafeler içinde fıkıh tartışmalarıyla cinlerle rüyalarla zihinlerini doldurup oyalayıp kandırdınız.

Ve sonunda bugün, somut gerçek sahici gerçek çıplak gerçeğimiz şu: sınırlarını koruyamayan, devleti ve hukukunu yönetemeyen, ve en temel haklarını koruyamayan tarihimizin en karanlık yerine geldik.

Kendi kaynaklarını madenlerini ve gücünü bilemeyen ve üretemeyen her halk gibi başkalarının projelerine başkalarının ordularına ‘asker’ olduk.

Ve başkalarının planları doğrultusunda kendi halkını komşu halkını, artık düşman değil, düşman hesabına sen öldürmeye başladın, on beş yıldır yaptığın gibi.

On beş yıldır yaptığın gibi halkı halka müslümanı müslümana komşuyu komşuya kıyamet savaşlarıyla kırdırtmaya başladın.