İnsana sıfırlanırken, kedi-köpeklere zirve yapan sevgimiz!

Bugünün konusu, dünden kendini ortaya atmıştı ve bugün yazıyoruz. Konumuz Türkiye’nin sosyal ve kültürel sorunlarındaki “insan faktörü”.

Dün ne oldu da bu konu gündeme geldi diye soracaksınız. Aslında o kadar da büyük ve önemli bir şey olmadı. İstanbul’un doğu yakasından bir metrobüs denilen upuzun otobüse bindik ve mega-şehrin Batıdaki en uç bölgelerinden biri olan Beylikdüzü’ne yolculuk yaptık. Bu yolu her gün gitmek zorunda olan milyonlarca vatandaş var ve bu yazdığım şikayetler onlar için belki de hiç anlam ifade etmiyor.

Birincisi bu metrobüs denen büyük otobüsler, teknoloji olarak çok gelişmiş ve rahat ulaşım araçları. Kendine ait yolda süratle yirmi milyonluk şehrin iki ucunu birbirine bağlayabiliyor. Yollar da aslında Amerika’daki yollarla karşılaştırılmayacak derecede düzgün. Yani yol düzgün, otobüs düzgün, hava düzgün… Sorun nedir derseniz, sorun metrobüsü süren değerli şoför arkadaşımızın düzgün olmaması ya da düzgün otobüs sürmemesi! Duraklarda durup kalkmaları, frene aniden basıp herkesi iki üç adım ileri geri attırması, yaşlı insanların inip-binmesini bir hayat meselesi haline getirmesi! En arkalarda oturduğum için, sevgili şoför arkadaşımızın yüzünü göremiyordum, ama ne denli mutsuz bir hallerde olduğunu aracı sürüş şeklinden tahmin edebiliyordum.

KURBANLIK KOYUN TAŞIYANLAR DAHA MI NAZİK?

Bu sürüş tarzı, aracın içinde insan mı, koyun sürüsü mü olduğunu farkettirmeyen bir tarz. Aslında kurbanlık koyun taşıyan şoförler, bu arkadaştan daha dikkatli kullanırlar. Çünkü kamyonundaki hayvanlardan biri sakatlanır veya ölürse, kaybedeceği parayı düşünmek zorundadır. Ama bizim metrobüs şoförünün böyle bir derdi de olmadığı için, içerideki yüzlerce insanın ne hallerde olduğu hiç umurunda değildi. Şimdi bana bu arkadaşın maaşının düşüklüğünden, uzun çalışma saatlerinden, çektiği geçim derdinden, sendikanın haklarını savunmadığından bahsedip, bunun bir sistem meselesi olduğunu belirtip bu çılgın seyahati haklı çıkarmaya çalışanlar olacaktır. Eğer elimizdeki her soruna bu tür garip bir aklama yöntemiyle yaklaşırsak, dünyada eleştirecek ve sonra da düzelttirilecek hiçbir şey bulamayacağımız kesindir. Elbette, hiç kimsenin çalışma şartları, maaşları, veya gönlünde yatmayan işte çalışıyor olması türünden sorunlarını yok saymamaktayız. Ama herkesin bir insan olarak önceliğinin insan olması gerekmiyor mu? Tatminsizliğinizin hıncını, taşımakla sorumlu olduğunuz insanoğlundan almanız haklı mıdır?

BİR TARAFTA SEVGİ BİR TARAFTA SEVGİSİZLİK

Aynı konuyu, bir başka boyutta da görebiliriz: kedi-köpek sevgisi! Memleketimizde insana olan sevginin miktarı her geçen gün hızla azalırken, kedi-köpek sevgisi her nasılsa zirve yapmış durumdadır. Siz bunda bir gariplik görmeyenlerden misiniz? Sevgi ve aşk denilen duygusal yoğunluk, insan kalbinin ya da beyninin aynı yerinden geliyor olmalı. Ama nasıl oluyor da, çevresindeki insanlarla iletişimini giderek azaltan ve sevgisizliğini arttıran aynı kişi, elinde kedi mamasıyla sokak sokak dolaşıp kedilere olan aşkını ifade edebiliyor? Mersin’deki deniz kenarı parkında, akşam yürüşümüzü yaparken, hemen her yüz metrede küme küme kedi mamasına rastlamaktayız. Ve elbette etraftaki kayaların arasında da, yüzlerce minik kedi yavruları oluyor bundan dolayı. Biz sevgi denen duygularımızı böylesine “oportünist” kullanma ve ondan sonra da hayvan sevgimizle övünmek yetkisine sahip olabilir miyiz? Böyle bir oportünist sevgi seli ile, insana olan sevgisizliğimizi, hayvana olan sözde sevgimizle örtme bencilliği midir bu acaba diye çok düşünmekteyim aslında.

KAYNAYAN KAZANDAKİ KURBAĞA MİSALİ

Sosyal medyanın köylerimize kadar indiğinden bu yana, Türk insanının karakterinde bir değişim ve aşınma meydana geldi diye düşünüyorum. Bu iddiayı da, doğduğum köyden, gençliğimi yaşadığım Anadolu’dan uzakta yaşayıp, 38 sene sonrasında gözlem yapabilme şansına sahip olduğumdan dolayı ortaya atmaktayım. İnsan, bizzat içinde yaşadığı ve bir parçası olduğu değişimi gözleyemiyor haklı olarak. Çünkü, değişen toplum ve aileniz ile birlikte, siz de aynı değişim sürecinin bir parçası oluyorsunuz ve farkında bile olmadan değişime uğruyorsunuz. Ama Türkiye’deki değişimin başladığı 1980’lerden bu yana, memleketi dışardan gözlem yapabilme şansına, ya da kaderine sahip biri olarak, sevgi ve sevgisizlik konusundaki değişim, belki de en çarpıcı konu benim için. Hani vardır bir öğretici hikayede: kurbağayı kaynayan bir kazandaki suya atarsanız, zıplayıp kazanın dışına kaçmaya çalışır. Ama aynı kurbağayı, aynı kazana soğuk bir suyun içindeyken koyarsanız, mutlu bir şekilde zamanını geçirir orada. Bu arada, yavaşça ısıyı arttırırsanız, o farkına bile varmaz sıcaklığın arttığının ve zıplayıp dışarı kaçma teşebbüsünde bile bulunmaz. Bizler ve hızlı değişime uğrayan tüm toplumlarda, bu kurbağa örneği şiddetle geçerlidir bence. Düşünmek gerek derinlemesine.

DOĞAYA YABANCILAŞINCA İNSANA YABANCILAŞIYORUZ

Bu metrobüs seyahatinden yola çıkarak anlatmaya çalıştığımız kısadan hisseye gelince, Türk toplumu köy kökeninden uzaklaştıkça, çarpık şehirleşmenin batağında cebelleştikçe, ekonomik, sosyal ve kültürel benliğinden koptukça, yüreğinin sevgi ve aşk merkezinde bir çarpılma meydana gelmektedir. Ve bu sevgisizlik, kendini bazı otobüs şoförlerinden, taksicilere, kedi sevenlerden köpek öldürenlere, doktorlara saldıranlardan kadın cinayetlerine kadar garip şekillerde toplumun önüne sorun olarak koymaktadır. Çözümü yok mudur? Vardır elbette, her sorunun çözümünü de içinde getirdiği gibi. Ama öncelik, böyle bir sevgisizlik sorunumuz olduğunu kabul edip, çaresi konusunda beyin fırtınası yapmaktadır. Yoksa giderek, bu konuda daha da yoksullaşmak ve hatta daha da dramatik şekilde kötüleşmek tehlikesi ile karşı karşıyayız bugün.