İpek Yolu’ndan Mektuplar: (Saraybosna) Tarihe tersten bakmak: Ya İpek Yolu hiç olmasaydı?
Saraybosna dört dağ içinde, bir gülüm var bağ içinde… Ortasından, aynen Tiflis’te olduğu gibi bir ırmak akar… Hem orada hem de burada, geçmiş sosyalist yönetimlerin ileri görüşlülüğünden olmalı, nehir kenarları altın madeni gibi kıymetli. Tüm görkemli yapılar, opera ve senfoniler, tiyatrolar, devlet binaları inci gibi dizilmişler nehir kenarına. Güneş etkisini kaybedince de, bizim İstiklal Caddesi gibi nehrin iki kenarı da muhabbet edenlerle dolup taşıyor. Bunu görünce, bizim nehirli ve hatta denizli şehirlerimizin, bir türlü bu hazinelerinin farkına varamaması aklıma geliyor hemen. Sanki üzerime vazifeymiş gibi, hemen karşılaştırmalar yapıp ve hatta dilekçeler yazıp CİMER’den en aşağılara kadar yetkili ve etkili mercileri uyarıp, örnekler vererek öneriler yapmayı düşünüyorum. Ve hatta fotoğraflar çekip, belki bir gün bu dilekçe işinde kullanırım diye de düşünmüyor değilim. Yani burada da turistlik bize haram, vesselam!
Saraybosna’nın tam ortasından akan Miljacka nehrinin kenarında oturmuş yazmaktayım bu yazıyı da. Elimde bir defter ve bir tükenmez kalem, aynen Evliya Çelebi’nin yüzlerce yıl önce yaptığı türden bir gezi yazısı oluyor yani. Nehir kenarından başımı kaldırıp, hangi yöne baksam, yemyeşil dağlar var. Gözümüz Akdeniz’in ve Toros dağlarının kahverengiliğine alışkın olduğu için, doyasıya yeşillendirmekteyiz bakışlarımızı.
TİTO’NUN BİRLEŞİK ÜLKESİ NASIL PARÇALANMIŞTI?
Ama bu yeşil yamaçlar, derin bir hüznün de kaynağı elbette. Ta gerilerden, Ortaçağ günlerinden bahsetmiyorum. Daha otuz sene önce, Bill Clinton ve Madelain Albright’ın organize ettiği Yugoslavya’nın yokedilmesi sürecini hatırlıyorum. Tam karşıdaki tepelerden, Sırp nişancıların aylarca Saraybosna’da hareket eden herşeye ve herkese ateş ettiği zamanlardan. Tito zamanında gayet iyi geçinen ve yükselen Yugoslavya’nın eşit üyeleri olan milletleri, birbirine düşürmenin neden bu kadar kolay olduğunu çok iyi araştırmak gerek diye düşünüyorum nehir kenarında. Boşnak arkadaşım Edib ile bunu konuşurken Tito’dan oldukça övgü ile bahsetmesi de dikkatimden kaçmıyor tabii ki. Yine de çok milletli devletlerin kaderi bu ya, mükemmel eşitliğin yakalanamadığı yerden, o küçücük delikten, kocaman bir bölücülük yılanı girip ortalığı ateşe atabiliyor. Burada da aynen öyle işte.
Tam karşımdaki belediye binası, Osmanlı’dan sonra Bosna’nın sahibi olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde oldukça eklektik bir mimari ile yapılmış, kaysı sarısı bir mükemmel bina. Mimaride biraz Endülüs, biraz Venedik, biraz Avusturya esintileri var. Dün akşam, bizim de burada bulunmamıza sebep olan, İpek Yolu Seyahatnamesi kitabının yayınını tanıttık. Edib Kadiç ve Hamza Ridzal arkadaşlarımızın, üç aylık fiili İpek Yolu seyahatlerinin ilk ürünü oluyor bu. Kitabın yaklaşık üçte biri Türkiye’deki İpek Yolu maceraları ve manzaraları ile dolu olmasına rağmen, bu açılışın yapıldığı binadan sadece 300 metre uzaktaki Yunus Emre Enstitüsünden ve Türkiye Kültür Ateseliğinden hiçbir görevlinin gelmemesi oldukça dikkat çekici. Bosnalı dostlarımız da, bunu hayıflanarak belirtmekten çekinmiyorlar.
BİR İLK: KİTABIN TANITIMINA GELEN 300 KİŞİ, MİLLİ EĞİTİM BAKANI DAHİL!
Kitabın hazırlanması sürecinde, bizi ta Mersin’e kadar gelip Akdeniz kıyısında bulan Edib ve Hamza’ya evimizde çaldığımız Yunus Emre güldestesinden bir buket te burada sunuyoruz yaklaşık 300 izleyiciye. Bence, bir seyahat kitabı için, ve üstelik daha ilk kitapları olan bu iki genç arkadaşa gösterilen destek ve ilgi, Bosna’nın kültür hayatının seviyesini göstermesi bakımından oldukça ilginç. Hemen Türkiye ile karşılaştırıyorum elbette. Ve moralimiz bozuluyor biraz.
Kitap tanıtımında, bir de sunum istiyorlar benden. Ben de tersine işlettiğim bir mantık ile İpek Yolu'nun tarihi önemini anlatmaya ve belirtmeye çalışıyorum: Ya İpek Yolu denen yol hiç olmasaydı tarihte? Tarih nasıl yazılır ve oluşurdu acaba?
Dinleyenlerin ve bu iki yazar arkadaşın da oldukça ilginç bulduğu birkaç önermeyi buraya almak isterim. Elbette bu konuların her biri günlerce tartışılabilir ve haklarında kocaman kitaplar bile yazılabilir. Ayrıca, tarihi böyle “eğer şöyle olsaydı ne olurdu” türünden ele almak o kadar faydalı da olmayabilir. Ama yine de diyalektiğin öteki yüzünü ve diğer ihtimalleri görebilmek açısından, bence yine de oldukça yararlı bir metod.
İPEK YOLU OLMASAYDI TARİH NASIL OLABİLİRDİ?
Eğer İpek Yolu 2000 yıllık tarihte hiç olmasaydı, şunlar olmayabilirdi ve tarih bambaşka olabilirdi:
- Büyük İskender M.Ö. 300’lerde İran’dan geri döner ve Orta Asya’nın varlığından bile haberi olmadan ölür giderdi.
- Oğuz Türkleri, o şiddetli kıtlık ve kuraklık günlerinde, olmayan o İpek Yolunu takip edip Batıya gelemeyecekleri için, çok büyük ihtimalle ya Orta Asya’da perişanlık içinde azalıp kalırlardı, ya da daha kestirme olan Güney’e inip, Gazneli Mahmud’un yolundan Hindistan’a yerleşirlerdi. Aynen Çağatay Türkleri ve Babür’ün yıllar sonra yapacağı gibi.
- Tuğrul ve Çağrı Beyler Batı’ya yönelip İran ve Mezopotamya’ya gelmek yerine, güney ve kuzeye gider ve başka kombinasyonlarda devletler yaratırlardı.
- Selçuklular Batıya gelmeyince, Abbasiler’in Bağdat’ında başka güçler iktidarda olurlardı.
- Alpaslan Malazgirt’te Bizanslıları perişan etmezdi, çünkü hiç karşılaşmazlardı ki!
- Selçukluların uç beylerinden biri olarak ortaya çıkan Osman Bey, Bursa cıvarlarına gitmez ve beylik kurmazdı.
- Osman Bey beylik kurmayınca, Osmanlılık olmazdı ve Anadolu büyük ihtimalle Bizans kalırdı.
- İstanbul’a dönüşemeyen Konstantinople, Bizansın ya da başka birilerinin metropolü olarak var olmaya devam ederdi.
- Osmanlı Anadolu’ya gelmeyeceği için, Balkanları fethetme ve Bosna gibi yerlere İslam’ı götürme türünden tarihi fonsksiyonları da yapamamış olurdu. Böylece, içinde bu kitap programını yaptığımız Saraybosna şehri, bu adını bile alamaz ve başka bir isimle Ortodoks şehri olarak var olur giderdi.
- Fatih Konstantinople’ü alıp İstanbul yapmayınca, Avrupalılar ipek ve baharat tıcareti için yeni yollar aramak zahmetine bile girmezlerdi. Yani Vasco de Gama, Magellan gibi Avrupalı kralların desteklediği gezginler Doğu’ya giden yeni yollar bulmak için kendilerini perişan etmezlerdi. Çünkü eski yollardan yürüyüp devam ederlerdi işlerine.
- Cenovalı Kristof Kolomb İspanya Kraliçesi Isabella’ya “ben Batıya gidip size Doğuyu bulayım” diye teklif ettiğinde, Isabella “yahu biz Doğuya zaten karadan gidip geliyoruz rahatlıkla,sana neden o kadar altını vereyim ki” deyip sarayından kovalardı. Ve Kristof Amerika’yı keşfetme imkanına kavuşamazdı.
- Amerika kıtası keşfedilmeyince, Avrupanın maceracıları ve dini yenilikçileri, Avrupayı terkedip ABD’yi oluşturamazlardı ve ABD emperyalizmi diye birşey olmazdı. Ama yanlış anlamayalım, başka emperyalistler zaten olacaklardı onun yerine.
Bu listeyi uzatıp gidebiliriz. Bu fikir jimnastiğini neden yaptık? Çünkü, bazan tarihe düz bir çizgi gibi bakmak yerine, garip sarmalları olan, iki ileri bir geri yeniçeri yürüyüşü gibi ilerleyen biz çizgi üzerinden düşündüğümüzde, elimizde olan tarihin anlamını ve önemini daha iyi kavramak şansını yakalayabiliriz.
İPEK YOLU VARDI VE TÜM GÖRKEMİ İLE GERİ GELMEKTE!
İpek Yolu, yeniden dünya sahnesinde yerini alıyor. BRICS ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin elele verip bu ikibin yıllık tarihi hattı yeniden dünya sahnesine çıkardığı günlerdeyiz. Tüm sorunlara rağmen, tarihin akışının değiştirilemeyeceğini düşünmekteyiz, İpek Yolu konusunda. Gelecek on yıl bile, bu konuda çok somut adımların atıldığı, otoyollar, demiryolları, havaalanları, Himalayaların altından geçen tüneller, Gobi çölünü son sürat geçen ulaşım kanalları ile İpek Yolu yeni bir hayata kavuşacak ve Pekin’den Londra’ya iki haftada ulaşabilen trenlerle, Güney Çin denizinin siyasi olarak dalgalı sularından çok uzaklardan, güvenli ve garantili bir Avrasya bağlantısı sağlanacaktır.
Ukrayna’da olan bitenleri, Yogoslavya’nın yok edilmesini, Kazakistan ve Türkiye’deki darbe girişimlerini, Afganistan ve Pakistan’daki alengirli iktidar kavgalarını, Orta Doğu’da sürekli taze tutulan mezhep ve etnik ayrımları bir de bu gözle görmeye çalışalım derim.