İşçi

Kokladığın gülde payı var, alnının teri. Önce ekmekler bozulmuş olabilir fark etmez, buğdayında acısı var ellerinin. Çayının renginde; renk neymiş, sadece renkte mi, avcunda tutarken gönlünü ışıtan bardakta ahı var. Kahvenin şekerinde; şekerin kavanozunda, kavanozun durduğu dolapta, dolabın iliştiği duvarda, duvarı tutan evde, apartmanda, mahallede var. Köşedeki durak duruyorsa, bir otobüs oradan seni her akşam evine, çocuğuna kavuşturuyorsa ona borçlusun. Sahi, çocuğun var mı? Varsa hatırla, beyaz önlüklü bir işçinin eline doğmuş, onu görmüştür ilk hayatta. Okula gidince nasıl öğrenecek harfleri o çocuk: Bir usta işçinin yorgun gözleri üzerindedir. Okuyup büyüyeceği kitapları kim yazacak peki? Kim o yüce işçi? Ya o kitapları bize ulaştıranlar, onları basanlar, satanlar, satıp hayatını kazananlar: İşçiler! Sonra şu şoför, şu vatman! Şu, patronu selamlayan usta başı değil, demişti Nâzım, ötekisi! Şu bol paçaları dalgalı iki gemicinin ikisi! İğneden parmaklarıyla terzi kadınlar. Taşlı yolları çarıklarına dolayan, dağdan dağa güneş kovalayan ırgatlar. Hiçbir zaman ürettiği kadar tüketemeyen, baş olması hiç istenmeyen ayaklar.

İş, Türkçe; Orhun Yazıtları’nda var. Ya işçi? Başkası için kafa ya da beden gücünü kullanan, zamanını emeğiyle harcayıp karnını doyuran. Emek veren. Emek, İngilizce pain, acı, sancı anlamına da gelir, garip değil mi? Bizde önceleri amele, müstahdemin, mesai erbabı, ırgat denmiş. 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararla olacak, dilimize giren işçi, yirmilerin sonunda, cumhuriyetle yaygınlaşıyor. Aldığı aylıkla evini, çocuklarını geçindirmek zorunda olan kişi. Ritsos, buncasının ağzında helak olmuş barış kelimesini de onunla tanımlıyor: “Ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından / Cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi / Barış budur işte...”

Eski Roma’da vergiden bağışık, erkek çocuklarıyla devlete faydalı sayılan en alt sınıf yurttaşa proles deniyor; Latince döl, çocuklar. Sanayi devrimi ve Marx sonrası, bilinci sağlamlaşan işçi, buradan hareketle proleter diye anılacak; daha az çalışıp daha çok kazanmak isteyen, patronlarınsa hep çok çalıştırıp az ödemek istedikleri. Bitmez savaş. Adorno, proleterlerin dilini açlığın belirlediğini, karın doyurmak için sözcükleri çiğnediğini yazar. Gerçekte ne ister işçi? Kimsenin işçi olmadığı bir dünya mı, yoksa bir an evvel işçilikten kurtulup patron olmak mı! Mülksüzdür üretim araçları karşısında; yaşamını sürdürmek için onlara sahip olanın yanına yazılır çaresiz; o sahip de aralarından kimisini seçip daha fazla doymasını sağlayarak diğerlerinin başına getirir. İşsiz var bir de, ayrı bir sınıf değildir; satmak istediği emeğe pazar bulamamış işçidir işsiz. İşçisin sen işçi kal, diye şarkı var. Soma’da göçükten çıkartılan bir işçi, ambulansa bindirilirken sedyeye, o tertemiz beyazlığa bakıp “çizmem çamurlu” demişti, “kirletmesin...” Yaradır.

Patronun patronu, müdürün müdürü var, bitmez şey işçilik. “Namus işçisi, yürek işçisi” de olabilirsin, berber de; portakal satman da mümkün, otomobil fabrikasında finans bölümünün başında olman da; işçisin yine de. Maaş ödeniyor çünkü sana. Bu maaş yoksulluk sınırı altında da olabilir, yıllık bilmem kaç bin dolar da... Herkesi farkında olmaksızın işçi kılabilen, bencil bir sistem kapitalizm. İşçisin ama yaka kartındaki süslü sıfat yeniden tanımlıyor seni, fark etmezsin işçiliğini. Cem Karaca’nın o nefis Safinaz’ında çok sevdiğim bölümdür: Her şeyin fiyatı arttığı halde maaşı bir türlü artmayan, Safinaz’ın babası kapıcı Kasım, kızının kitaplarına bakarken bir doktorun işçiden şerefli olduğunu öğrenir. 1976 Milliyetçi Cephe hükümeti döneminin bir ders kitabından bu cümle. O sıralar tepki çekmiştir. Neredeyse aynı tarihlerde yazılan Sevdadır’da şair Arkadaş Zekai, göğü kucaklayıp getirir sevdiğine açılsın diye, yüzü solmuş, benzi sararmıştır çünkü; yorgun bir işçi yüzüne benzemektedir yüzü... İşçiyi tutup koyduğu yerdir sevdiğinin yüzü. Böylesi de var işte.

Bilinmez, görünmezdir işçi. Brecht sorar: Ne olmuştu dersin Çin Seddi bitince duvarcılara. Onları proles diye tanımlayan Roma’da ne çoktu zafer anıtı, kimdi bu yapıları, heykelleri diken; Hindistan’ı tek başına mı aldıydı İskender; nasıl yendiydi Sezar Galyalıları, bir aşçı bile yok muydu yanında. İşçiye borçluyuz ne varsa. Bize. Çok çalışarak hak ettiğimize inandırıldığımız berbat hayatımıza, yaşantımızın anormalliğini göremeyecek kadar her şeyi elinden alınmış koca bir orta sınıfa; istersek başarırmışız! Neyi? Patronlar neye izin verirse onu.

Bizler, bunca kalabalıkken kendini bu kadar yalnız hisseden tek sınıf. İşçi bugün yok edilen bir kelime, kayıp. Geçen yüzyıldan bu yana ortada yok. Ameleden proletere, sonra yine işçiye. Derken beyaz yakalı denen Süpermen ortaya çıkınca, plazada her gün çalışan aylık “maaşlı personel”, ofise yemek yapmaya gelen “ablayı” kendi sınıf konumundan farklı görmüştür. Yıllarca örgütsüzlüğe zorlanan bu kişiler, doksanlardan başlayarak “geçici”, “kapsam dışı”, “sözleşmeli” olmuş ama bir türlü işçi olamamıştır. Küresel sermaye üzerine bastıkça ciddiyetini yitirmiştir her şey. Bugün geçen yüzyılın bile gerisine düşülmüş, “gelişmiş toplumların” refahı için gelişmemişlere ufaktan el atılmıştır. Ortaçağın küçük krallıkları, yerini büyük holdinglere, tröstlere bıraktığı günümüzde artık sadece kölelikten konuşulabilir. 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkabilmektir sorun, çıkılması artık yetmektedir. Farkında mısın, geçen hafta kutladığın o bayramın adında bile işçi kelimesi yoktur. Daha ne olsun!