İşçi hareketi siyasallaşmalıdır -(TAMAMI)

Geçen haftaki yazısında sayın Esin Ergenç işçi hareketinin başarısızlığına değinerek,” işçi hareketi siyasallaşmalıdır” diyordu. Bu doğru bir tespittir.

İşçi hareketimizin bugünü 1950’lerde Amerikan dış siyaseti tarafından belirlenmiştir. Soğuk savaşın başladığı yıllarda komünizmin yayılmasını önleyecek bir ön cephe oluışturmak isteyen Amerika Türkiye’yi ve özellikle işçi hareketinin şekillendirilmesini öncelikli hedef olarak ele almıştır. Türkiye’ye gönderdiği sendikacılar aracılığı ile dağınık olan işçi sendikalarının bir Konfederatif yapı altında birleştirilmesi gereğini öğütlemişler ve 1952 yılında Türk-İş’in kurulmasına katkıda bulunmuşlar ve Türk-İş ile yakın ilişkilerini sürekli geliştirmişlerdir. 60’lı yıllarda Türk-İş’e bağlı sendikalardan dört bine yakın sendikacıyı Amerika’ya eğitime göndermişler ve bunlara ücret sendikacılığını bir temel ilke olarak kabul ettirmişler, siyasetten uzak durmalarını sıkı sıkı öğütlemişlerdir. Bu öğüdü can kulağı ile dinleyen sendika yöneticilerimiz sendikacılığı sadece üyelerine ücret zammı sağlayan bir kurum olarak algılamışlar ve bu çok önemli örgütün sosyal-siyasal boyutunu tamamen dışlamışlardır.

Bu yanlış inanç yüzünden işçi hareketimiz bugün özünü tamamen yitirme noktasına gelmiştir. Sendikalarımız kırsal kesimdem kentlere göçerek fabrikalarda çalışmaya başlayan işçilerin köylülükten kurtulup sanayi işçisi niteliğini, kazanmasına hiçbir katkıda bulunmamışlar ve onlardan bir “sınıf” yaratma çabasına soyunmamışlardır. Bu nedenle işçşilerimiz ortak çıkarları olduğuna inanmayan, sadece kendi çıkarını düşünen, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” söylemine inanan bir topluluk olmaktan öteye gidememişdir. Bugün ülkemizde bir “işçi sınıfı”ndan söz etmek olanaksızdır. İşçiler toplumcu olacakları yerde bireyci olarak yetiştirilmişlerdir. Sendikalarının direnişleri, etkinlikleri, eğitimleri, grevleri onları ilgilendirmez. Sendika içinde bir askeri disiplin kurulamadığından bu girişimlere ilgileri zayıftır. 1 Mayıs’a, sendikasının düzenlediği direnişlere katılmaz. Bir hediye verilir umudu ile katıldığı seminerlerde ise ilk sorduğu soru,” ücret zammı ne olacak?”tır. Üyeleri böylesine boş bırakılan bir topluluktan bir sınıf yaratmak ve bu sınıfın gücü ile ülkenin sosyal-siyasal yapısına yön vermeyi düşünmek hayaldir ve zaten çoğu sendika yöneticisinin de böyle bir kaygısı yoktur.

Türk sendikacılığı bir yok oluş sürecini yaşamaktadır. İktidar partisine, işverene sığınarak sendikacılık yapmaya çalışanlar çoğunluktadır. Bu nedenle grevleri, direnişleri başarısız olmaya başlamıştır. Hükümetin, işverenlerin önünde “ricacı” konumuna gelmişlerdir. Ülkenin gündemini belirleyecek, masaya yumruk atacak halleri yoktur. Sendika bağımsızlığını, sendikanın onurunu korumak isteyenleri de hümet işverenlerle ortak çalışarak yok etme sevdasındadır. Oysa işçi topluluğu sayıca çoktur ama Nazım Ustanın bir dizesini anımsatmaktadırlar. Nazım Hikmet bir şiirinde,” Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında/ Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında” demişti: Aynen onun gibi. Bugün 15 milyon işçi 3 milyon kamu görevlisi çok önemli bir güçtür ama ne çalışanlar, ne sendikalar ve ne de siyasi partiler bu gücün farkındadırlar.

Bu güç siyaseten çok önemlidir ve bu gücün en kısa zamanda bir siyasi bilince kavuşturulması ıskalanmayacak bir zorunluluk olmuştur. Bunu sendikalar ve siyasi partiler yapmak zorundadır. Bu yapılmadığı sürece, siyasal bilinç yokluğundan, çalışanlar kendilerini döven siyasete oy vermeye devam edeceklerdir.

Ülke hızla islami bir yönetime doğru götürülmektedir. İşçilerin ve sendikacıların şu gerçeği görmeleri gerekir; hiçbir islami yönetimde işçi sendikaları, işçi hakları ve iş mahkemeleri yoktur.

İşçiler bugün zincirler içindedir. Kendi gelecekleri, demokratik hakları için ayağa kalkmaları gerekir. Kaybedecekleri bir şey yoktur. İşçinin, sendikacının ve siyasi partilerin biraz cesarete ve öngörüye ihtiyaçları vardır. Şimdi davranmazlarsa yarın yok olacaklarını bilmeleri gerekir.