İşgalden Meclis’e halk iradesinin doğuşu!

ERCAN DOLAPÇI

23 Nisan 1920 günü açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde halk iradesi nasıl oluştu? 10 yıllık savaştan yorgun ve bitkin çıkan halk, Mütarekenin ağır şartlarına rağmen milli mücadeleye nasıl atıldı? Bu sorulara verilecek yanıt, bugüne de ışık tutuyor. O günün yılgınlığını en güzel Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta Havza örneğini vererek anlatır. Havzalı köylü “Düşman tarlama gelmeden bir şey yapmam” der. Acaba bütün köylü böyle miydi? Kuşkusuz değil! Yılgınlık ve işgalcilerle uzlaşma, İstanbul’daki yöneticiler ile İttihatçılara karşı diş bileyen Saray ve onu destekleyen Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensuplarında vardı. Bir de mandayı keşfeden aydınlar… Köyü ve köylüyü tanımayan aydınlar yılgınlığın ve teslimiyetin en önünde gidenlerdi. İstanbul’dan çıkıp daha Gebze ve Kandıra’ya gelenler, halkta bir arayış olduğunu, direnmek için örgüt ve lider aradıklarını görür. Halk işgale ve yılgınlığa teslim olmamıştır.

Savaşın kaybedilmesiyle kendini fesheden İttihat ve Terakki Fırkası, önderlerinin yurt dışına çıkmasına rağmen dağılmamış ve direniş için en öne atılan teşkilat olmuştur. Canlı ve diri bir teşkilat olan İttihat ve Terakki, Müdafa-i Hukuk ve Kuvayı Milliyenin de çekirdek yapısını oluşturur. Ankara’da açılan TBMM için de canla başla çalışır. Orada da yerini alır. 

İTTİHATÇILARIN GAYRETİ

İttihat ve Terakki’nin gazetesi Tanin’in 10 yıl yazı işleri müdürlüğü ve başyazarlığını yapan Muhittin Birgen, Mütareke sonrası arananlar listesindedir. İşgalcilere teslim olmamak için kendisini Anadolu’ya atar. Ankara’ya 41 günde varır. Bu sırada karşısına çıkan teşkilat İttihatçılardır. Onlardan yardım alarak ilerler.

‘DÜNYAYA YENİDEN GELDİM’

Yunan ordusunun 15 Mayıs 1919 günü İzmir’i işgal etmesi, yurtta büyük bir infiale neden olur ve halk kurtuluş için arayışa girer. Tehlike artık Anadolu’nun içine adım adım yayılmaktadır. Birgen bu durumu, “Yunan ordusu İzmir'e ayak bastığı günden artık bütün Türkiye'nin tedricen baştanbaşa komiteci olması zaruri idi” sözleriyle açıklar. İstanbul’un yakın köylerinde saklanan Birgen, halkın arayış içinde olduğunu saptar.

Dudullu’da kimliğini saklamadan köylülerle konuşan Birgen, halktaki bu uyanışı görünce kendine geldiğini belirterek, “Muhtar Ali Efendi ile konuştuğumuz günden sonra ben artık başka türlü bir adam olmuştum: Dünyaya yeniden gelmiş bir insandım.” der.

'TÜRKİYE' DE BÜSBÜTÜN YENİ BİR HAREKET VARDI'

Kongreler ve Ankara’da TBMM’nin açılması, İstanbul’u daha da zayıflatır. O oranda da hiddetini artırır. Birgen, bu durumu şöyle anlatır: “Halk Mustafa Kemal Paşa'nın etrafında toplanarak onların başlarına bela olmuşlardı. Ali Kemal, 'Bu İttihatçılık' diyordu; 'bir nevi hastalıktır. Bunları tamamen temizlemedikçe memleketi ellerinden kurtarmak kabil değildir!' Onlara göre onlarla beraber olmayan, onlarla beraber memleketi bir İngiliz müstemlekesi yapmaya razı bulunmayan herkes İttihatçı idi. Halbuki, hakikatte Türkiye' de büsbütün yeni bir hareket vardı: Milliyet hareketi, bir hareketi kuvvetlendiren unsurlar, içinde İttihatçıların ekseriyeti teşkil ettikleri muhakkak olmakla beraber, İttihatçı olmayan büyük bir kütle de beraberdi.”

'VATANI SEVME' CÜRÜMÜ

İstanbul’da Meclis-i Mebusan’ın son kez toplanması Saray’ı, İtilafçıları ve İngilizleri rahatsız eder. Siyasi bir iradenin ortaya çıkmaması için 16 Mart 1920 günü resmi işgal gerçekleşir ve millicilere yönelik yeni bir tutuklama dalgası başlar. İstanbul yönetimi, Ankara’da şekillenen millicilere “Celaliler” manasında “Kemaliler” ismini takar. Bunun anlamı da “eşkıyalık”tır. İstanbul’da artık milliciler için açık mücadele yapma olanağı kalmaz. Tek çare kendilerini Anadolu’ya atmaktır. Onun da merkezi Ankara’dır. Muhittin Birgen bu durumu, “Artık serseri olmuştuk. Vatanı çiğnenmiş olan bir insan olmak, vatanını sevmek ve insan gibi milli bir camia hayatı yaşamayı istemek cürümlerinden dolayı evinde oturamayan bir serseri!” sözleriyle açıklar.

İSTANBUL ÇOCUĞUNDAN 'YENİ İNSAN'A...

“İstanbul münevverlerinden o güne kadar fenalıktan başka bir şey gelmeyeceğine kani olan bu Anadolu halkı ile bizim hakikaten anlaşmamız lazımdı. Bunu yapmadıkça, Türkiye, Türkiye olamazdı... Yeni öğrenmeye başladığım bu şeyleri, bu seyahat esnasında daha iyi anladım.”

“Artık İstanbul'un muhallebici çocuklarına ait korkulardan, endişelerden tamamen kurtulmuştum. Hayata bütün müşkülatıyla birlikte korkmadan bakabilen yeni bir insan olmak, fena bir şey değildi.”

‘YENİ TÜRKİYE’ İNEBOLU’DAN BAŞLIYOR

Birgen, Kandıra’dan İpsiz Recep’in desteğiyle İnebolu’ya gelir. Şu önemli tespiti yapar: “İnebolu'ya ayak bastığım günün hatıralarını ve duygularını hiç unutmam: Bence, Yeni Türkiye, İnebolu'dan başlıyordu. Oraya kadar karışık bir âlemden, meydanda çalışamayan bir Kuvayı Milliye teşkilatı içinden geçmiştik; müstakil ve tek sahipli bir Türk memleketinin havasını Ereğli'de de teneffüs edememiştik!”

‘Yeni Türkiye’ varsa ‘yeni insan’ da vardır. Miskinliği, yılgınlığı, teslimiyeti üzerinden atan Anadolu insanı artık yeni bir mücadeleye atılır. Bu, vatan ve ekmek mücadelesidir. Bunu da yeni ruh ve heyecanla ayağa kalkan “yeni insan” yapar. Birgen, geçtiği her yerde halkla sohbet eder. Onu daha yakından tanımaya çalışır. Onun içindeki cevheri gördükçe şaşırır ve bakışı da değişir. İnebolu’da vatandaşlarla yaptığı sohbetlerde, “düşmanı çıkaralım sıra halifeye gelecek” diyen vatandaşın bu görüşü onu şaşkına çevirir. Bu şaşkınlığını da söyle açıklar:

HALKI TANIMAYAN MÜNEVVERLER

“Nihayet sözlerini 'İnşallah bu hareket muvaffak olur ve düşmanlara galebe çalar da o arada şu hanedan meselesi de halledilir!' tarzındaki bir temenni ile bitirdi. Biz, İstanbul münevverlerinin o devirlerde memleketi ne kadar az ve yanlış tanıdığımızı, ne kadar büyük bir gaflet ve cehalet içinde bulunduğumuzu, halk Türkiye’sini kör bir İstanbul bürokrasisinin kara gözlüğü ile ne kadar ters gördüğümüzü anlamak için, bu hadiseyi hatırlamak kâfidir.

“O tarihin İstanbul münevveri, o tarihe kadar İstanbul politikacıları ve Osmanlı vatanperverleri -ben de onların kültürü ve onların ideolojileri içinde yetişmiş, ikinci batından bir Yozgatlı idim- hem arada bir Avrupalılar bizi tanımazlar, kendimizi onlara tanıtmaya mecburuz, diye şikâyet ederler, hem de bizzat kendileri, Avrupalılar gibi, Türkiye'yi ve Türkü tanımazlardı. Bunu sonunda anladım.”

“İnebolu'nun halis Türk münevverleri, İstanbul'un ulema ve ukalasının böyle bir fikre nasıl yanaştıklarını bir türlü anlamıyorlardı. Bu satırları edebiyat olarak yazmıyorum. Bunlar benim hatıramda çok iyi muhafaza ettiğim sadık müşahedelerimdir. İçinde en küçük bir mübalağa yoktur. İstiklal mücadelesinin ilk devrinde Türk halk kütleleri ile İstanbul'un Osmanlı münevverleri arasında ne kadar kuvvetli bir fikir ve duygu tezadı bulunduğunu göstermek için bence en esaslı noktalardır.”

“İnebolu'dan Ankara'ya yaptığımız seyahat içinde her adımda göze çarpan bir şey vardı: Kastamonu vilayeti, Millî Mücadele'yi ruhen tutmak bakımından çok kuvvetli idi. Bu muhitte İtilafçı denilen tip parmakla gösterilecek kadar az, buna mukabil İttihatçılık gayet köklü ve kuvvetli idi; bunun sebebini anlamak bence müşkül değildi. Kastamonu'da İttihat ve Terakki'nin bir murahhas-ı mesulü vardır ki kendisi hakikaten kâmil bir insandı: Hasan Fehmi Hoca.”

‘ANADOLU HAVASI BİZE ÜMİT VERİYORDU’

Gazeteci Muhittin Birgen, Kastamonu’daki havayı ise şöyle yansıtır:

“Bütün bu sebepler bir araya gelince, Kastamonu muhiti, Millî Mücadele davasını en iyi ve en sıkı tutan Anadolu parçalarından biri olmuştur. Biz buralardan geçerken manen kuvvetleniyorduk. Yeni bir aleme, yeni bir dünyaya ve yeni bir hayata çıkmış olduğumuzu hissetmemek kabil değildi. İstanbul'un Saray, Babıali, türlü türlü ihtiraslar elinde zebun fırkacılık muhitlerinin pis ve fasit (kötü) havasına mukabil, Anadolu'nun basit ruhlu, fakat Türk duygulu ve Türk kokulu havası, bize ümit ve inşirah (huzur) veriyordu.”

“Tanzimat tarihinin çalkantıları içinden milli, içtimai bir tahammür (mayalanma) neticesi olarak çıkmış bulunan bir tip, idealist İttihatçı tipi, bütün bu havalide, temiz ve reha (kurtuluş) verici bir inkılap mikrobu olarak inkişaf etmiş ve etrafa yayılmıştı. Bu mikrobun o sıradaki adı 'İttihatçı' olmakla beraber, henüz tekamül (olgunlaşma) halinde bulunan rengi ve şekli her dakika istihaleye (biçim değiştirme) müsait bir halde bulunuyordu. İttihat ve Terakki'nin baş teşkilatı yıkılınca, o hiç tereddüt etmeksizin, bir adım daha atmış ve bir tarih hareketini en tabii mecrasına sokmak üzere, milli Türkiye için milli bir hudut, milli istiklâl ve halk hakimiyeti prensiplerini ortaya koyan başın etrafında toplanmıştı. Artık İttihatçılık yavaş yavaş siliniyordu, yavaş yavaş memleket, son vukuatın tesirleri altında yeni bir siyasi ve içtimai tesviye görmek üzere, yeni bir tarih silindirinin altına girmiş bulunuyordu.”

“Burada da vatan sevgisinin ve Türklük duygusunun teşkilatlı halde ilk ifadesi olan İttihatçılar, yeni davayı canla, başla tutuyorlardı. İttihatçılık, vukuatın ve kuvvetli bir iradenin tesiri altında, şimdi, yavaş yavaş eriyor ve yeni bir kalıba dökülmek üzere, eski şeklini kaybederken yeni bir ideal ve yeni bir hamle oluyordu. Milli hudut, milli istiklal, milli hakimiyet!” (Muhittin Birgen, İttihat ve Terakki’de On Sene, C.2, Kitap Yayınları, İstanbul, 2006.)