Iskaladığımız görsel tarih

Oldukça zengin denilebilecek yazılı tarihe sahip olduğumuz halde, bunu tamamlayacak ya da daha anlaşılır kılacak görsel tarihimiz ne yazık ki hiçbir dönemde istenilen ve arzulanan düzeyde olmamıştır. Bu olmayışın belki de en önemli nedenlerden biri, başta resim ve yontu, sonrasında ise fotoğrafa olan yaklaşımımızdır. Takvim-i Vekayi gazetesinin 28 Ekim 1839’da fotoğrafın icadını duyurmasından uzun yıllar sonra bile Şeyhülislamlık dairesi tarafından yayınlanmakta olan Ceride-i İlmiye’nin 1920 yılının fotoğrafla ilgili bir Ağustos sayısında şöyle bir yazı yayınlanır:

Bir Müslümanın insan veya hayvan resmini çizmesi veya çekmesi haram olur mu?

- Olur

Böyle resimler yapılmış evlerin mülk edilmesi de haram olur mu?

- Olur…

Fotoğrafın icadına dek bizim coğrafyamızın geçmişini geleceğe taşıyacak görselliğin tek kullanımı yalnızca çok sınırlı olan minyatürlerle olmuş, bu kısırlık ancak, yabancı sanatçıların dönemlerine göre oluşturdukları tahta, bakır ve sonrasında çelik gravür ve de resim ile illüstrasyonlarla desteklenerek bir zenginlik kazanabilmiştir. Bugün, kendi toplumumuza ait geçmiş zamanın tüm görselleri ne yazık ki yabancıların çizdikleri bu görsellerle sınırlı kalmaktadır.

Bütün kısıtlamalara karşın, işlevselliği ve de kamuda kullanım zorunluluğundan ötürü toplumumuzda yayınlık kazanan fotoğraf, başlangıçta çoğunluğunu –daha doğrusu tümünü- gayri Müslüm sanatçı/zanaatkarların oluşturduğu bir kadroyla 19 yüzyılın son yarısıyla 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde büyük bir ivme kazanmıştır. Bu zaman diliminde başta New-York, Londra, Paris olmak üzere bir çok uluslararası sergilerde altın madalyalar kazanan başta saray fotoğrafçıları unvanını (sırasıyla) alan Abdullah Biraderler, Kargopoulo, Gülmez Freres, olmak üzere Sebah&Joaillier, Paul Tarkul (namı Phebüs Efendi), Andreomenos, İranyan, vs ile çağını yakalayabilmenin üstesinden gelebilmiştir. Özellikle Sultan Abdülhamit’in dünyanın bir çok ülkesine gönderdiği ve günümüzde Yıldız albümleri olarak isimlendirilen fotoğraf albümleri, bu dönemin en nadide eserleri arasında yer almaktadır.

Ama sonrasında nedendir bilinmez, devlet-fotoğraf ilişkileri istenilen düzeyde olmamış, bunun sonucu olarak da döneminin tüm önemli olayları deyim yerinde ise bir bir ıskalanmış ya da yeterli bir şekilde saptanamamıştır. Örneğin; ikinci Meşrutiyet (1908), Türk-İtalyan Savaşı (1911-12), Balkan Savaşı (1912-13), ardından Birinci Dünya Savaşı (1914-18), İspanyol Gribi Salgını (1918-19), Mütareke dönemi (1918-1922), İşgal Yılları (1918-1923), Beyaz Rusların göçü (1918-19), Kurtuluş Savaşı ve nihayetinde cumhuriyetin doğuşu… Her biri ülkeyi ve de dünyayı sarsan, fotoğrafla saptanıp tarihe not düşülmek istenen olaylar ve durumlar.

Ne yazık ki bir ülkenin yazgısının an be an çizildiği bu tür olan dışı olaylarla ilgili olarak istenilen düzeyde bir görsel malzemeye (yani görsel bir arşive ve de belleğe) sahip değiliz… Bu sahipsizliğe bir de yananlar, sular altında kalıp da yok olanlarla, ihmalkarlık nedeniyle hoyratça yok ettiklerimiz de eklenince ortaya pek de hoş olmayan bir durum çıkmaktadır.

İşin en tuhaf ya da tanımlamamakta zorluk çektiğimiz yanı ise, elimizde tüm bu olayları saptayacak nicelik ve de nitelik olarak yeterli bir fotoğrafçı kadrosu bulunduğu halde bunları yeterince kullanamayarak bu olayları ıskalamamızdır….

Herkes var olan görsel ve de yazılı eserlerini korumak ve de paylaşmak için kütüphaneler yaparken, biz tersine önce binaları yapıp sonradan var olmayan eserlerle doldurmaya çalışıyoruz...

Örnek mi? İşte içi bomboş olan sinema müzesi…