İstanbul ahalisine seçimlerle ilgili açık mektup

Füruzan’ın Benim Sinemalarım’ını karıştırırken sinemaları, doğal olarak da Beyoğlu’nu düşündüm. Seçimlerin eşiğindeyiz not düşelim: Marta kadar şehre dair duyacağınız vaatler arasında yazacaklarımdan bir parça yoksa adayınızı gözden geçirin. İstanbul’un başında olacak kişi, kalbinde bu incelikleri taşımalı, yoksa Mozart’mış, biraymış boş iştir!
AVM’lerde sinema niyetine, köşeye atılmış, pahalı mağaralar görmek istemiyorum. O mağaraların görgüsüz büfeleri değil, ışık yandığında koltukların arasında, yaldızıyla parlayan Frigolar taşıyan kravatlı, ince bıyıklı adamların tahta tepsileridir aradığım. Karanlıkta arkada öpüşen sevgililer; kış günleri titreyerek izlediğim filmler vardı.
Hulki Aktunç’un Bir Yer Göstericinin Hayatı adlı nefis hikâyesinden kimi bölümlerin biletlerle birlikte seyircilere verildiği sinemalar hayal ediyorum. Öyle ya gişecinin, üzerine yer ve koltuk numarasını zımbaladığı pembe kâğıtların altında “sonuna kadar saklanacak” yazardı; hemen unutulan değil, sonuna dek saklanacak bir şehir...
Dizlerimin, neredeyse öndekini de taşıdığı sıkışık koltuklar; karanlık koridor, eskiden sadece erotik filmlerde kullanılan loca... Benim sinemalarım, AVM’lerin üveyi değildi. Bakımsız ama iyiydi; film kopsa da bütündü mazi. Hikâyeleri vardı çünkü İstanbul’un. Yalnızca Dubaililerin saç ektirmeye geldiği yer değildi şehir. Mai ve Siyah’taki Cennet Bahçesi, Flaubert’in Galata’da kaldığı Justiniano Hotel, Ateşten Gömlek’teki Sultanahmet, Büyükada’da Reşat Nuri’nin köşküydü. Burada bir devirler perde ne çok şeye açılmıştı. Orhan Kemal ile Haldun Taner, Çiçek’te demlenirdi. Fikret Adil, Mücap Ofluoğlu ve nice hayaleti vardı şehrin. Bitimsiz muhallebiciler, ışıklı birahaneler; Rüya, Elhamra, Atlas, Lale, Alkazar, Emek...
Emek, 1924’te Melek adıyla açılmıştı. Çünkü sahnenin iki yanında, sarıya çalar iki melek tablosu vardı. Neden ıslak olduğunu hiç anlayamadığım hamburgerler değil Atlantik’te sosisli yemekti İstanbul; çay, rakıyla değil kahvaltıda simitle içilirdi; karşıya geçmek için soğuk tüneller değil vapurlar vardı. Tanpınar’ın Huzur’undaki vapurda karşılaşırdı sevgililer. Önce ekmekler bozuldu, derken o melekli tablolar, sonra da sinemalar. Beyoğlu bir masaldı inanır mısın; Emek’in yerinde, Skating Palace adlı şehrin yegâne buz pateni sahası vardı.
Geçmiş soylu yakacaktır, der Nabokov, açalım kutuyu. 1952’de Rüzgâr Gibi Geçti ile Melek gişe rekoru kırdı. (Ataç, 28 Ocak 1953’te filmin adını eleştirir günlüğünde. İngilizce Gone With the Wind, geçti gitti demektir, oysa Rüzgâr Gibi Geçti çabukluk bildirir; Ataç, Yel Aldı Gitti’yi öneriyor.) Bu şehrin ruhu incelikle örülmüştü, kaşarlı dürümle değil.
Emekli Sandığı, 1958’de Melek’i satın alarak adını Emek olarak değiştirdikten sonra ilk film Gina Lollobrigida’nın Dünyanın En Güzel Kadını’ydı. Sinema, 1968’de Turgut Demirağ’a geçti. İstanbul’un başkan adayları ilk Türk çizgi filmini yapan adamı tanısa ne iyi olurdu. Bu ilk çizgi filmin adı da harika hem: “Evvel Zaman İçinde Nasreddin Hoca - Keloğlan ve Gülderen” 35 mm’ye basılsın diye ABD’ye gönderilince kaybolur tek kopya. Demirağ, Şan Tiyatrosu’nun da kurucusu, kızını tanırsın: Melike Demirağ. Ne gerek var bunlara diyeceksin. Şehir hatıradır; hatıraya vermeyen, buldozere oy verir!
Yalnız sinemalardan değil, bir talan tarihinden söz ediyorum. Yoksa unutursak kalbimiz kurusun tayfası, çoktan unuttu Emek’i. İnsanı ezen tarihsizlik, kültürsüzlükle derdim. Diyorum ki hiçbir Kadıköylünün, boğanın üzerine binip çektirdiği fotoğrafı yoktur!
Şimdiden gayrı şehre başkan olacakların işi zor. Perde kapanmak üzere artık İstanbul için, şehir kaybediliyor. Geri dönüş biletidir! Kadim şehrin rüya gibi iskelelerini acil servislere çevirenlere değil, eski camilerin dış cephelerine açılmış kuş evlerine inanıyorum ben. Yedi tepe beton değil, gözlerimize yeni rüyalar, hayatlar vaat etmeli yeniden.
Emek’i andım, Cercle D’Orient kaldı; 19. yüzyılda Abraham Paşa’nın, Alexandre Vallaury’e yaptırdığı Serkldoryan yani Şark Kulübü. İstanbul Erkek Lisesi’nin, Arkeoloji Müzesi’nin, adadaki Rum Yetimhanesi’nin mimarıdır Vallaury; tesadüf ki çocukluğuma komşu; Feriköy’deki Katolik mezarlığında uykuda. En azından Serkldoryan yıkılmadı diyeceksin. Deme. Bugün alışveriş merkezidir. Alışverişsiz edemeyenlerin merkezi. Yapının en güzel parçaları Emek, Yeni Rüya Sineması ve enfes profiterolüyle İnci Pastanesi yok artık yeni AVM’de; kimi bitti tümden, kimi taşındı. Trileçeyi kraliçe yapanların devrinde ne fark eder profiterol yemesen de!
Cansever’in Refik’i dursa da Markiz’de pasta yapılmıyor bugün, bir ara ucuz tavuk yiyebilirdin, şimdi kapalı. Özdemir Asaf’ın, çok değil, elli yıl önce takıldığı Anadolu Pasajı’nı bugün bilen kaldı mı! Mehmet Akif’e dair, şairin öldüğü Mısır Apartmanı’nda bir iz var mı? Haydarpaşa Garı halen gündemde olsaydı, oraya Nâzım Hikmet Müzesi yapılamaz mıydı; malum, şairin Memleketimden İnsan Manzaraları burada başlar! Peki Degüstasyon’dan kimin haberi var; Salah Birsel’in Nisuaz’ı? Tokatlı Mıgırdiç Efendi’nin Tokatlıyan Oteli? Baylan ve kup griye? Şarkı mıydı La Bohème sadece? Mavi gözlü Sait’i hatırlatan ne kaldı şehirde? Kültürün yolu maziden geçmez mi? Çiçek Pasajı’nda Haşim’den, Münir Nurettin’den andaçlar durur mu? Beyoğlu’nda kimi binalarda bulunan, adına karyatid derler, taştan kadınlara âşık oluyor mu gençler? Onat Kutlar’ı anmak üzere sadece iyi filmler oynatabilen bir sinematek hayal etmek çok mu zor, soruyorum, çok mu zor yeniden!