İstanbul belleğinden sonra silüetini de yitiriyor
Çonstantinople’deki Fransız elçisi Thouvenel’in kuzeni Baronoes Durand de Fontmagne 1856’nın son günlerinde gemiyle yolculuk ettiği İstanbul’u uzaklardan ilk kez gördüğünde “Dünyada hiçbir şey bu Müslüman başşehrinin üç fersah öteden ilk göründüğü an kadar güzel olamaz“ diye yazar… Ve ardından da şunları ilave eder: “Tarabya’ya gelmek için Karadeniz’e kadar yedi fersah boyunca uzanan bu harikulade mavilikte süzüldük. Her iki sahil yalılar, köşkler, bahçelerle süslü. M. De Molenes’in dediği gibi, şıklık ve zarafette yarışırcasına, aynı anda kendini seyreden Asya ile Avrupa’yı birleştiren eşsiz Boğaz’dan adeta süzüldük.”
1870’lerde bu kentte gelen ünlü İtalyan yazar Edmondo de Amicis de “İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, sefir ile tacirin, prenses ile gemicinin, kuzeyliyle güneylinin hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı, alemşümül ve son derece büyük bir güzelliktir. Bütün dünya, bu şehrin dünyanın en güzel yeri olduğu fikrindedir. Seyahat hatıralarını yazanlar buraya gelince şaşırıp kalırlar…”
Yolu İstanbul’a düşüp de ona hayran kalanlardan biri de Lady Montagu’dur: “ Bir tarafımızda Üsküdar ile Kadıköy, bir tarafımızda saray tepesi, karşımızda Galata, Pera ve Boğaz vardı. Hepsini birden görebilmek için fırıl fırıl dönmek gerekiyordu ve her tarafa ateşli gözlerle gülerek, elimizi kolumuzu konuşmadan sallayarak, sevkten nefesimiz kesilmiş bir halde döne döne bakıyorduk. Ne güzel anlardı, ulu Tanrım!”
20 Mayıs 1833’de İstanbul’a gelen Alphonse de Lemartine ise Tanrı ve insan, tabiat ve sanat, burada, insan gözünün dünya yüzünde görebileceği en harika görüntüyü beraberce yaratmıştır” der ve ardından şunları ilave eder: “Kendimi tutamadan haykırmışım; artık Napoli körfezini ve sihirlerini sonsuza kadar unuttum. Bu haşmetli ve zarif topluluğu başka bir görünümle kıyaslamak istemek, evrenin yaradılışına küfür etmek olur…”
İstanbul’un büyüsüne kapılıp bu kentte hak ettiği övgüleri armağan edenler bu kadarla sınırlı değildir… Dahası da vardır: 1899’da gelen Nobel edebiyat ödüllü Norveçli yazar Knut Hamson’dan, Danimarkalı şair, masal, roman ve oyun yazarı Hans Christian Andersen’e, Philipp Anton Dethıer’den, Elizabeth Craven’e onlarcası, hatta yüzler, binlercesi… Hepsinin tek ortak yönü ise kentin güzellikleri karşında duydukları hayranlıktır…
Her geçen zaman diliminde, bağışlanmaz ve kabul görmez bir anlayış ve de hoyratlıkla belleğini yitiren güzeller güzeli İstanbul, şimdi de bağışlanmaz bir anlayışsızlığın ve de denetimsizliğin kurbanı olarak yüzyıllardır beğeni ile izlenen silüetini yitirmeye başladı. Sanki sihirli bir el, İstanbul’un tüm güzelliklerini betondan bir perde ile ya örtüp gizliyor, ya da bir güzelliğin önüne ya da ardına dikilen gökdelenlerle gölgelemeye yöneliyor. İstanbul’un değişen yeni silüetinde; Yeni caminin minareleri arasında bir gökdelen, Moda’dan tarihi yarımadaya bakışta devasa bir otel, ya da Galata’dan Tophane’ye oradan da Kabataş’a uzanan sahil şeridinde ise ardındaki tarihin üzerini örten adeta beton bir duvar yer alıyor. Yenilik adına yapılan her bir şey, İstanbul’u eskittiği gibi, birçok değerinin üstünü de adeta örterek gizliyor. İşin en garip –belki de en acı - tarafı ise, tüm bunlar İstanbul’u güzelleştirmek, yenileştirmek adına yapılıyor. Her yenilik yalnızca İstanbul’un belleğinden değil aynı zamanda asırlar boyu her bir konuğun hayranlıkla betimlediği siluetinden de bir şeyleri alıp götürüyor.
“…Bu haşmetli ve zarif topluluğu başka bir görünümle kıyaslamak istemek, evrenin yaradılışına küfür etmek olur… “ diyen Alphonse de Lemartine, ışıklar içinde yattığı yerden birden ışınlanıp aynı yolculuğu günümüzde yinelese acaba ne derdi? Yine kıyaslayanların mı kulağını çınlatırdı yoksa… Her neyse…
Kısacası, bu kadim kentte, ihanetten sonra dilenen özrün bile yerini koyamayacağı bağışlanamaz, doyum bulmaz, geri dönülmesi mümkün olmayan bir hoyratlığın ve de akıl almaz bir acımasızlığın içindeyiz… Hem de geçmişin kutsanıp dillerden düşürülmediği bir zaman diliminde...
Bir silüetin kalmıştı İstanbul… Onu da af edilmez bir suskunluğun ve de umursamazlığın eşliğinde her gün, her saat, bir daha yeri dolduramayacak bir şekilde silmek üzereyiz… Bir zaman sonra sanırım, ne denizden İstanbul’u, ne de İstanbul’un içinden denizi görmemiz mümkün olacak… Ha gayret… Az kaldı…