İstanbul Havaalanı’nın tüm eserleri

İstanbul havalimanındayım, kontroller tamam, biletler tamam, her şey normal gibi. Genelde yolculuklarımda hep bir aksilik olur; uçağı kaçırmak, bavul kaybetmek, kalkış için yanlış havalimanına gitmek, vizeli ülkeye vizesiz gitmeye kalmak gibi. Bu nedenle, kayınvalidem bana “sorun paratoneri” der. Neyse, sonunda uçağa biniyoruz, koltuğum ise acil çıkışın pencere tarafında, mis ki mis. Ayaklarımı sorunsuzca uzatıyor, pencereden yağan karı seyrediyorum. Uçak hareket ediyor ve havalanacağı kalkış pistinin tam ucuna geliyor. Uçağımız kalkış izni için bir süre bekliyor. Tam o sırada kar fırtınası başlıyor, göz gözü göremez oluyor ve aniden kalkış pistinin ortasında mahsur kalıyoruz.

Bilet kontrol gişelerinin arkasındaki (Check-in) bavul yürütme bantları.

Kaptan, “pilot ağzıyla” kalkışın ertelendiğini, kelimeleri yutarcasına, hızlı hızlı aktardıktan sonra bizi oyalamak için yemek servisi yapılıyor. “Pilot ağzı da doktorların el yazısının okunamaması gibi bir meslek özelliği olmalı” diye düşünüyorum. Zaman biraz böyle geçiyor. Ancak, kalkış uzadıkça uzuyor. Zamanı değerlendirmek için elimdeki notları, sonra kitabı bitiriyorum, ama uçak hâlâ pistin ortasında duruyor. Ön koltukta bulunan ekranı açıp film listesine bakıyorum, bir pastacı filmi olan “Love Sarah” (Sevgili Sarah) filmini seçip izlemeye başlıyorum. Pastacılık bizim ata mesleği olduğundan filmden beklentim yüksek, ancak filmin senaryosunu zayıf buluyorum. Bir pastacı filmi; arkadaş ve sevgililerin tekrar bir araya gelip pastacı dükkanını canlandırması ve sonunda “TimeOut”a haber olmasından çok daha heyecan verici olmalı. Pastacı filmi bu, kolay mı? Belki yönetmenliğini Robert A. Ackerman’ın yaptığı ve ismini bir Japon yemeğinden alan “Ramen Girl” filmi buna biraz örnek olabilir. Film; ustanın mesleğe olan aşkını, o mesleğin usta çırak eğitimindeki yerini, ortaya çıkan yemek lezzetinin sırlarını, özel bir pasta tarifinin kültürel bilgilerle zenginleştirilmiş betimini kurgulamalı. Ama yok.

Bavul tartılarındaki dijital göstergeler sırasıyla 95,5 - 90 - 87,5 kg'lık bayanları gösterdikten sonraki tartı elbiseli olarak 61,8 kg gösteriyor.

SEKİZ SAAT PİSTİN ORTASINDA

Elimdeki oyalanacak araçları tüketiyorum, ama uçak hâlâ pistin ortasında bekliyor. Dışarı bakıyorum, kar fırtınası olanca hızıyla devam ediyor ve görüş mesafesi giderek azalıyor. Biraz sonra kaptan, yine hızlı hızlı, kelimeleri yuvarlayarak ve yutarak yeni bilgiler veriyor. Pistin ortasında mahsur kalan yedi uçaktan birisiymişiz, bize ulaşamıyorlarmış. Sonra arka tarafa gidip hostesten kahve alıyorum ve üzerime döküyorum. Koltuğuma oturuyorum, uçaktaki bebekler ağlamaya başlıyor. Arka koltuktaki Arnavutlar bağıra bağıra konuşuyor. Üstelik içlerinden birisi kafamı yasladığım koltuğa kuvvetlice vurup duruyor. Bir, iki derken: “Ne ulan bu” diyerek arkama dönüyorum. Eliyle benim koltuğun arka kısmındaki dokunmatik ekranı gösteriyor. Ekrana dokunarak film seçeneklerini arıyormuş. Benim koltuğun yanında bulunan kablolu kumandayı yerinden alarak, “Bunu niye kullanmıyorsun” diyorum. O mu yanlış anladı, ben mi yanlış anlattım bilmiyorum, ama “Tamam yer değişelim” diyor. Meğerse o kablolu kumanda sadece bizim oturduğumuz acil çıkış koltuklarında varmış. Koltuğumu değiştirmiyorum, o da bir ağaçkakan gibi koltuğumu didiklemeye devam ediyor.

Neredeyse sekiz saattir pistin ortasındayız, Kaptan, “pilot ağzı”yla yine döktürüyor: "Kar kürüyen kepçeler, mahsur kalan yolcuların otobüslerle terminale ulaşmasını sağlamak için uçakların çevresini temizlemeye çalışıyormuş. Terminale ulaşsak bile durum bundan daha iç açıcı değilmiş, burada hiç olmazsa oturuyormuşuz." Notlar bitti, kitap bitti, telefonun şarjı ise %24. Sekiz saatin sonunda, kepçeler karları biraz temizleyince terminal otobüsü uçağa yanaşıyor ve herkes uçaktan inerek otobüse saldırıyor. Nihayetinde otobüs çalışıyor, ama bir tuhaflık var, ilerlemiyor. Tekerlekler sürekli patinaj yapıyor ve olduğumuz yerde duruyoruz. Bu patinaj durumu uzadıkça sinirler de gerilmeye başlıyor. Bulunduğumuz yerde patinaj yapmamız bir saati buluyor. Yanımda, Almanya yaşadığı anlaşılan iki Türk sohbet ediyor: “Ben milliyetçiyim, ülkemi severim, savunurum, ama bu ne kepazelik kardeşim, Almanya’da böyle şeyler olmaz.” diyor. Otobüsün ön tarafında şoförü eleştiren ve savunan iki ayrı kadın grubu kavga ediyor.

Patinajın ikinci saatinde, “eleştirel milliyetçi” çıldırıyor. Otobüsün kapısını yumruklayarak, güç kullanarak açıyor ve dışarıya bağıra bağıra şoförün yanına gidiyor. Sonra yine sinirli dönerek “Kardeşim tekerlerde zincir yok, bırak kış lastiğini yaz lastiği bile yok, çünkü lastikler kabak.” Sonra, onu, karın üzerine yansıttığı turuncu sinyal lambalarıyla bize kış diskosu ortamı yaşatan karayolları arabasına bindiriyorlar, sakinleşiyor ve “business class” yolcu gibi götürüyorlar. Otobüsün tıkış tıkış ortamında korona kapma korkusuyla açılan pencerelerden ve bozulan otomatik kapıdan karlar içeri giriyor. Kar taneleri önümdeki koltuğun üzerine ve hemen yanda oturan kızın omuzuna yağıyor ve önüne gelen her şeyi beyaz bir örtüyle kaplıyor. Bu sahneler, bana “Dr. Jivago” filminde Rusya’nın Urallar bölgesindeki soğuk bir coğrafyada, terkedilmiş bir evin karla kaplanmış salon sahnesindeki Omar Şerif’in hüznünü hatırlatıyor.

Bir de, Şangay Bienali’nde gördüğüm, Kuzey Koreli göçmen bir ailenin çocuğu olan Çinli sanatçı Son Kuk Gyon’un bir odayı ve mobilyalarını şekerle kapladığı, “Anılarımızdaki Şeker Kaplı Şangay” adlı enstelasyonu anımsıyorum. Gyon’un Kuzey Koreli babası ve Çinli annesi evlendikten sonra Şangay’a yerleşirler. Gyon doğduktan bir süre sonra babasının ve kendisinin Çin vatandaşlığı geri alınır. Şangay’da göçmen olarak kalmaya devam ederler. Sonunda vatandaş olma hakkını elde etmesine karşılık, baba memleketine ve anılarına olan sevgisinden Çin vatandaşlığına geçmez. Sanatçı, bir odadaki eşyaları bembeyaz şekerle kaplayarak kendisinin ve ailesinin zamanla eriyen ve soluklaşan acı ve tatlı anılarını betimlemişti. Anılar tatlı, ama zamanla eriyen şeker gibidir. Eski anılardan sıyrılıp otobüsün içine göz atıyorum, ama karlar erimemiş.

Bir çamaşır makinasının çalışmadan önce merdanesinin çevresine toplanmış çamaşırlar gibi, büyük sütununun çevresinde dağılarak uyumaya çalışanlar.

KİTAP SADIK BİR DOSTTUR

Nihayet, başka bir otobüs geliyor ve uçağa bindikten 10,5 saat sonra terminale ulaşabiliyoruz. İptal edilen uçuşların yolcuları terminali bir ana baba gününe döndürmüşler. Yollar kapalı, havaalanı oteline, kent merkezine ulaşım yok ve yemek stokları bitiyor. Fiyatları bilmiyorum, ama havaalanındaki yemek fiyatları bir kaç misline katlamış sanki. Haber verebilmem için telefonumu şarj etmek istiyorum, ama şarj cihazım uçağın bagajında. Bir mağazaya girip şarj fişini soruyorum; 200 lira. Hepsinden vazgeçiyorum. Zaman geçsin diye biraz uyuyabileceğim yer arıyorum. Tüm iyi yerler kapılmış; kriz durumlarında havaalanının “business class”ı haline gelen bekleme salonlarındaki koltuklar, iki tarafı kapalı zeminler ya da sabah kalkınca ihtiyaç mahaline çabuk varmak için tuvaletlere en yakın yerler vs. Geziniyorum, havaalanı salonunun sonundaki tuvaletlere yakın yere; Araplarla, yüksek sesle konuşan Balkanlı gençlerin arasına yatıyorum. Kafamın altına el çantamı, belimin altındaki boş kalan yere de (beton çekmesin diye) Le Clezio’nun kitabını koyuyorum. Buraya yatmadan önce okumuştum, Le Clezio kitap için: “Kolay ulaşılabilir, elektriğe ihtiyacı yoktur, kolay taşınır ve istediğin yere kaldırılır. Hatta cebe bile sığar. Kitap sadık bir dosttur, bizi aldatmaz.” diyor. Tam da belimin altına koyduğum kitabı tarif ediyor.

Paltomun kapişonunu kafama geçirip sızıyorum. Sabah biraz üşüyerek uyanıyorum, yerlerde uyuyan insan yığınına bakıyorum. Uyuma durumlarına göre farklı özellikler gösteriyorlar. En tedbirli grup; battaniyeleri, yiyecek stokları, yastıklarıyla gelen Türkmenistanlılar. Göçebe toplum kültüründen gelen alışkanlıklarından olsa gerek. En renkli grup ise, yattıkları yerden göze çarpan Afrika vatandaşları. Her koşulda, anında uyuyabilme özelliği olan grup ise Çinliler. Çoğunlukla uyanık gördüğüm ve uyuma güçlüğü çeken grup ise, yeni saç ektirmiş olanlar.

Uyuma bölgeleri ise, yatma mekanlarına göre başka özelliklere sahip. Büyük yuvarlak bir sütun çevresinde çamaşır makinasının merkez kaç kuvvetine kapılmış gibi dağılarak uyumaya çalışanlar, çevrelerini bavullarıyla örüp çatısız dört duvarlı bir mekan yaratarak düşlerini güvenceye alanlar, sürekli değişen ışıklarıyla dev ekranların altında uyumayı tercih edenler, kilo sorunları olmasına rağmen, bilet gişelerinin bavul tartılarında uyumayı göze alan bayanlar (sırasıyla elbiseli ağırlıklarıyla 95,5 - 90 - 87,5 kg'lık), bagaj bavulu yürütme bantlarında dizi dizi yatanlar vs. Nihayet, havaalanından karşıya götürecek otobüse biniyorum, yanımda Elazığlı bir genç oturuyor, Gaziantep’te okumuş. Antep deyince yemeklerinden sohbet açılıyor; küşleme, beyran çorbası, katmer, baklava. Ağzımız sulanıyor, acıktık mı ne? Ve aracın yola koyulması için izin veriliyor. Otobüsün dijital saatinin kırmızı ışıklı rakamlarına takılıyor gözüm. Kırmızı ışık giderek rakamların dışına taşıyor, taşıyor, sonunda göz kapaklarım ağırlaşıp kapanıyor.

Yemyeşil ormanlık bölgelerden göç etmiş olup, bu özlemlerini yattıkları yerlerde gidermeye çalışan yolcular.