İstanbul'un değişen silüeti...

Mimar Işıl Çokuğraş “Bekar Odaları ve Meyhaneler; Osmanlı İstanbul’unda Marjinalite ve Mekan” adlı kitabının girişinde “Popüler imgelemde Osmanlı İstanbul’una dair ilk akla gelenler genellikle saray odaklı sahneler ve minarelerin tanımladığı bir topografyadır. Onun Paris ve Londra gibi karmaşık bir metropol olduğu pek düşünülemez. Oysa ki tüm Avrupa metropolleri gibi çok katmanlı, neredeyse kaotik bir sosyal yapıya sahip, sürekli değişimlerin ve çatışmaların yaşandığı bir kenttir İstanbul” diye yazar.

Gezginci ruhun ateşlendiği iki asır öncesinin Şarka ve de onun incisi olarak tanımlayacağımız Costantinopolis’ine ilişkin düşlerde; Haremi çağrıştıran kışkırtıcı bir davetkarlıkla onun fonundaki cami ve de minarelerden oluşan silüeti neredeyse tüm kentin, giderek Osmanlının alemet-i farikası olmuştur. Bu iki simgesel görüntünün aynı düzlemde kullanımı Şarkın farklı okumalara açık bir özeti gibidir.

Elbette ki her kentin dönemlerinin özelliklerini öne çıkaran kendine özgü bir silüeti vardır. Hatta bu siluetlere bakarak bir kentin tarihini yazmak bile mümkündür. Constantinopolis’ten İstanbul’a evrilen zaman dilimlerinde; minyatürlerden gravürlere, resimden fotoğrafa değin görselleri gözden geçirdiğimizde yalnızca bir değişim dönüşümü değil, onun da ötesinde bir kentin zaman içindeki rengini(doğasını) ve ruhunu (estetiğini ) da izleyebilirsiniz.

Diğer yandan bir kentin siluetindeki değişimlerin niceliksel yanı, bir zenginlikten ya da gelişmişlikten daha çok, bir kültürel yoksunlukla, zamana dayanıksızlığı da beraberinde getirir. Çünkü büyük, yerleşik ve de tarihi kentler, yalnızca magnetlere konu olan simgesel yapılarıyla değil, bu yapıların tümünün bir arada olmasıyla öne çıkarlar. Bir kentin tarihi bütünlüğünü koruması, onun çağdaşlaşması yolunda bir engelden daha çok önemli bir avantajdır…

Silüetler de sayılar gibi –tabii üzerinde oynanmazsa - asla yalan söylemezler. Çünkü onları bir çırpıda silip atamadığınız gibi, dilediğiniz şekilde değiştiremezsiniz de… Bir süre de olsa, yerlerinde kalıp, belleklerde öylesine yer ederler ki, bizlerin iradesi dışında yok olsalar bile düşlerde izi kalır. Örneğin daha düne kadar Hollywood ürünlerinde yer alan Türkiye’ye ilişkin filmlerde fesli olarak gözükmemiz, onların cahilliğinden daha çok, bizim bunu inatla tecimsel bir turistik yöntem olarak, hala kullanır olmamızdan dolaydır… (İnanmayanlar Cadde-i Kebir ve çevresine bakabilirler.)

Bir kent siluetinin, (örneğin İstanbul’un) ne anlattığını anlamamız ya da okumamız için, çok gerilere gitmeyip, yalnızca son yirmi-otuz yılına bakmamız yeterlidir. Bu bakışı; ister Körler Ülkesinden tarihi yarımadaya, ister Üsküdar’dan Tophane ya da Beşiktaşa, istersiniz de birinci köprünün Anadolu tarafının girişinden karşıya doğrultunuz… Ama yüreğiniz dayanırsa Yenicami’nin minareleri arasından ötesine, Boğaz’ın bir yakasından bir diğerine ya da ne bileyim Eski Sulukule’in sur tarafından Mihrimah Sultan Camii’ne de bakabilirsiniz. Tabii Mimar Sinan’ın o güzelim yapısını görebilirseniz…

Görebileceğiniz tek şey; yalnızca, bu kenti kent yapan geçmişin tüm tarihi değerlerinin görünmesini engelleyip gizleyen; beton yığınları, gökdelenler, depolar, boğazın tam girişine yapılan sevimsiz yapılar değil, onların da ötesinde, para ile satın alınan en pahalı bir zevksizliktir.

Dedik ya… Bir kentin siluetine bakarak da onun tarihini yazabilirsiniz… Üstelik ne tarihçi, ne de kentbilimci olmanıza da hiç gerek yok…

Merak ettiğim tek şey ise; geleceğin popüler imgeleminde günümüz İstanbul’una dair ilk akla gelenlerin neler olabileceğidir?