İstanbul’un silüeti ve Süleymaniye

Fransız Elçisi Thouvenet’in kuzeni Barones Durand de Fontmagne, 1856 yılının yarı sisli bir bir gününün sabahında, geminin güvertesinden İstanbul’un siluetini ilk kez gördüğünde, “Dünyada hiçbir şey, bu Müslüman başşehrinin üç fersah öteden ilk göründüğü an kadar güzel olamaz” der…

Kuşkusuz İstanbul’un o anlatılmaz, tarif edilmez siluetinin büyüsüne yalnızca Barones Durand de Fontmagne kapılmaz… İtalyan yazar Edmondo de Amicis de, bu kente ilk geldiğinde, coşkusunu gizleyemez: “İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, sefir ile tacirin, prenses ile gemicinin, kuzeyliyle güneylinin, hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı, alemşümul ve son derece büyük bir güzelliktir. Bütün dünya bu şehrin dünyanın en güzel yeri olduğu fikrindedir. Seyahat hatıralarını yazanlar buraya gelince şaşırıp kalırlar...” der.

İstanbul’a 20 Mayıs 1833’de gelen Alphonse de Lamartine, İstanbul’un hiçbir ressamın fırçasının bütünüyle resmedemeyeceği kadar görkemli ve gizemli olduğunu ifade edip “Tanrı ve insan, tabiat ve sanat burada, insan gözünün dünya yüzünde görebileceği en harika görüntüyü beraberce yaratmıştır. Kendimi tutamadan haykırmışım; artık Napoli körfezini ve sihirlerini sonsuza kadar unuttum; bu haşmetli ve zarif topluluğu başka bir görünümle kıyaslamak istemek, evrenin yaradılışına küfür etmek olur…” diye yazar…

Çhateaubriand, Theophile Gautier, Gerard de Nerval, Nobel ödüllü Norveçli yazar Knut Hamsun, Danimarkalı şair, masal, roman ve oyun yazarı Hans Christian Andersen ve diğerleri… Çağlar boyu yollara düşüp de İstanbul’a gelenlerin övgüleri, ne yazmak, ne de anlatmakla bitip tükenmez. Şarkın büyülü kapısını aralayan bu kenti tanıyabilmek için mutlaka görmek, yaşamak dahası anlamak gerek…

İstanbul gibi tüm dönemlerin beğenisini kazanan kadim kentler, kendilerine yapılan kötülükleri asla unutup affetmezler, yarınlara bir ibret vesikası olarak aktarırlar. Onun içindir ki bu kente yapılan ihanetlerin özrü kabul görülmez, bağışlanmaz ve de affedilemez… Çünkü tarih böyle yazar…

Her halde sözü, Süleymaniye’deki kentsel dönüşüm çalışmaları nedeniyle İlim Yayma Vakfı için inşa edilen projeye getireceğim anlaşılmıştır. İstanbullu olsun olmasın herkesin dikkatini çeken bu konunun nasıl başlayıp geliştiğini yineleyecek değilim. Çünkü meraklısı bu konuyu yakından takip edip en ince ayrıntılarına dek biliyor. Yalnızca; İstanbul Büyükşehir Belediyesinin, Süleymaniye Camii’nin önünde yükselen, İlim Yayma Vakfı'na ait, silueti bozan ve onay işlemleri tamamlanmadan yapımına başlanan yurt binası inşaatının durdurulması için Koruma Bölge Kurulu'na başvuru yapıp bu kaçak yapıların yıkılacağını bildirmesine, binayı yapan Vakıf’ın ise yapılan binanın bölgenin siluetini bozmayacağını ve Anıtlar Kurulu tarafından da onaylamış olduğu yanıtına dikkati çekeceğim. Yani belediye yasal olmadığı için yıkılmalıdır diyor, vakıf ise, yasaldır olmaz diyor…

Sonrasında (yani iki gün önce) binanın bu şekilde yapılmasının yasal olduğunu söyleyen vakıf amiyane bir tabirle, kamuoyundaki büyük tepki karşısında çark edip şu açıklamayı yapıyor: "Süleymaniye, İstanbul’un ruhudur. İlim Yayma Vakfı’nın varlık sebebi bu ruhun korunmasıdır. Süleymaniye’nin ruhuna zarar verebilecek herhangi bir girişimi önce biz kabul etmeyiz. Süleymaniye’nin siluetinin korunması için üzerimize düşen her tür fedakarlığı yapmaya hazır olduğumuzu beyan ediyoruz."

Bir insanın aklı ile oynamak her halde böyle bir şey…

Göz göre göre, İstanbul’un tam orta yerine hem de “ilim yayma adına”, çekinmeden, sıkılmadan, binayı yapıp bu aşamaya getireceksiniz, işin fark edilip, tepkilerin ard arda gelmesiyle çark edip, bu kez de herkesten çok Süleymaniye’nin ruhuna önce bir sahip çıkarız” diyeceksiniz…

Peki; bu fedakarlığı(!) yapmak, Süleymaniye’nin ruhuna sahip çıkmak için, binanın bu aşamaya gelip, kat üstüne kat yapılıp, bitirilmesi mi gerekirdi. Bu güne kadar niye beklediniz, niye göz yumdunuz, diye sormazlar mı insana… Pes doğrusu…

Süleymaniye’nin ruhundan anlayanlar “ilim yayama adına” bunu yaparlarsa, anlamayanların ne yapacağını düşünmek bile istemiyor insan. Ama en acısı, ihanet ettik diyenlerin, ihanette hala devam etme ısrarında olmalarıdır.

Bir kirlenmedik, kirletilmedik kutsallarımız kalmıştı… Sıra onlara mı geldi?