İtalya’daki kırmızı fesli Osmanli Kahvecisi’nde memleketi düşünürken

Bu yazımızın konusunu da geçen hafta döndüğümüz İtalya’dan aldık. Çünkü İtalya ve İtalyanlar, Avrupa’da bizlere en benzeyen devlet ve millet. Ve ondan dolayı da, hangi konuyu ele alsak, ilginç bir benzerlik bulabilmekteyiz. Hem Akdeniz memleketleri olmamızdan dolayı, hem de tarihsel olarak Avrupalılar içinde en sıkı ilişkilerimizin olduğu bir millet İtalyanlar. Bunu geçen yıl Galata konusunda yaptığımız belgesel için ziyaret ettiğimiz Cenova şehri ile, bizim İstanbul’un Pera bölgesindeki olağanüstü benzerlikleri görünce de hatırlamıştık. Gerek Venedik ve gerekse de Cenova, tarihi İpek Yolu’nun Avrupa’daki son durakları olarak, bizim de çok önemli bir parçası olduğumuz, Çin’den Avrupa’ya uzanan bu kültür ve ekonomi kuşağının asıl sahiplerinden elbette.

…VE BÖYLECE KAHVE AVRUPA’YA VARMIŞTIR!

Yine Udine’deyiz ve şehrin kenar mahallelerindeki bir yuvarlak İngiliz kavşağının bir ucunda, Julius Meinl kafesindeyiz. Aslında bugün, bu kafeye geldiğimiz üçüncü gün. Oturduğumuz yerden İtalyan Alplerini de izleyebiliyorsunuz. Julius Meinl kafesinin logosu da, bildiğimiz Osmanlı kırmızı fesi! Biraz araştırınca, bu kırmızı fesli Türk genci logosunun, Osmanlı’nın 1683’teki başarısız Viyana kuşatmasından ilham aldığını buluyoruz. Türk kahvesinin Viyana’ya nasıl geldiğini açıklayan bu efsaneye göre, Osmanlı ordusu kuşatmayı kaldırıp yüklerini hafifleterek İstanbul’a geri dönerken, ağırlık yapmasınlar diye, geride çuvallar dolusu kahve çekirdeği bırakır. Bu çuvallarla, Georg Franz Kolschitzky adındaki maceracı iş adamı, Viyana’nın ilk kafesi olan “Zur blauen Flaşche”’yi açar. Kafeye de logo olarak, heyecan verici olsun diye, Osmanlıyı temsil eden “Kırmızı Fesli” bir gencin kafasını koyarlar. Aslında bunu, bir zamanların ünlü filmi “Baron Münchausen’in Olağanüstü Maceraları” adlı filmde de izlemiştik. Böylece, geçen hafta bahsettiğimiz İtalyan Turco’sunun şehrinde, Viyanalı Turco hikayesi ile İtalya maceramız devam edecektir.

Türkiye’de de, hemen tüm şehirlerimizde başımızın belası olan, İngiliz usulü “yuvarlak dönerli kavşaklar”dan birinin hemen yanında, kahvemizi içmekteyiz. Üç gündür, bu yuvarlak kavşaktaki trafiğin akışına, daha doğrusu mucizevi şekilde çarpışmalar olmadan akışına bakınca, Türklerle İtalyanların karakterlerinin benzeştiğine de şahit oluyoruz. Onlar da Türkler gibi “yaradana sığınıp’ döner kavşağın ortasına atıveriyorlar kendilerini. Biz de kahvemizi yudumlarken, ha çarptı ha çarpacak deyip tansiyonumuzu bir yükseltip bir indirmekteyiz. Ama üç günlük gözlemimizde, belki de İtalyanların Türklerden biraz daha tecrübeli olduklarını anlıyoruz, bu İngiliz usulü yuvarlak kavşaklar konusunda. Tek bir kaza bile göremiyoruz çünkü.

İTALYANLAR YOKSULLUĞUN PENÇESİNDE Mİ Kİ?

Bu döner kavşakta göremediğimiz bir başka şey de, BMW’ler, Mercedes’ler, Audi’ler ve Volvo’lar. Hele de SUV dedikleri ve bizde yanlış olarak hepsine giydirilen adıyla Cip (Jeep)’lerden hemen hiç görmüyoruz. Şaşırıyoruz, çünkü Udine sadece Kuzey İtalya’nın değil, tüm İtalya’nın en zengin yerlerinden biri. İnsan, adım başına bir bu lüks otomobillerden görmeyi bekliyor. Ama üç gün üst üste gözlem yapıp, kahvemizi yudumladığımız bu Udine kavşağında, belki de sadece her 40 otomobilden birinin bu tür lüks arabalardan olduğunu şaşırarak izliyoruz. Çünkü, buna benzer bir kavşak yakınında oturduğumuz Mersin’de, yaklaşık her 10 otomobilden 3’ünün BMW, Mercedes veya Audi olduğunu çok rahatlıkla gözlemlemekteyiz, yıllardır hem de. Geri kalan modeller de öyle eskilerinden, ya da küçüklerinden olmuyor Türkiye’mizde. İtalya’nın en zengin şehirlerinden Udine’de arabaların çoğunun küçük, ucuz ve iddiasız modellerden oluştuğunu söylemek gerek.

Yani bir bakıma bize benzeyen İtalyanların, bu konuda oldukça aşama yapıp mütevazileşmiş olduklarını görüyoruz. Araba sahibi olmanın gerekçesi, sizi bir yerlere götürüp getirmesi ile sınırlanınca, öyle anlı şanlı otomobillerle “hava atmak” eğiliminin kurbanı olmanız gerekmiyor herhalde.

DEMİR-PLASTİK-BETONA GÖMÜLEN MİLLİ GELİR

Bu konuda Türklere gelince, el emeği göz nuru kazanılan gelirin hemen tamamının, demir ve plastik yığını arabalara, ya da beton yığını gayrimenkullere yatırıldığı ve heder edildiği bir ekonomik modelin pespayeliğinde yüzüp durmaktayız uzun yıllardır. Her apartmanın park yerinde park etmiş araçların piyasa fiyatlarını toplasanız, büyük ihtimalle Türkiyedeki fabrikaların maliyetini geçecek bir miktara ulaşırsınız. Yani insanımız, eğer varsa, yemek-içmekten arda kalan tüm gelirini, otomobil ve apartmana gömmektedir. Üretim için yatırım yapılacak sermaye, böyle üretici olmayan alanlara gömülünce de, aynı insanlarımızın oğulları iş bulamaz, kızları atanamaz halde, ortalıkta şikayet ede ede ömür geçirmek zorunda kalmaktadır. Yani dünya kapitalizmi, Türk insanında muazzam bir “tüketici cevheri” bulmuş ve 30-40 sene gibi kısa bir sürede, bu konuda adeta “üstadlaştırmıştır”. Atalarımızın sürekli uyardığı “fani dünya”, “kefenin cebi yok” türünden söylemler, artık Türkiye piyasasında alıcı bulamamaktadır.

SERBEST PİYASADA BU KAÇINCI BAHAR?

Elbette ki “külliyen küreselleştirilen” bu fani dünyada, bu memleketin genel nüfusunun olanı biteni anlamak, ona göre tüketim toplumuna direnmek türünden felsefi tutum alması beklenemez. İnsanlar tüm dünyada, kendilerine büyük bir tantana ile sunulanı denemek ve sahip olmak eğilimi içindeler. Türk insanı da bu genel eğilimde olduğu için, sınırsız tüketim toplumu furyasına abone olduğumuz 1980’lerden sonra, hızla bu tuzağa düşüp, bugün “dünyanın en mükemmel tüketicisi” konumuna getirilmiştir. Burada asıl sorumluluk ve günah, devlet denilen aygıtın ta kendisindedir. Bu tüketim toplumu tercihini, Türk halkının adına devlet yapmıştır ve gereken tüm mekanizmaları da, elindeki zorlama araçları ile halka satabilmiştir. Zaten genellikle yoksulluktan gelen Türk halkı da, kolaylıkla bu tüketim denizinde yelkeni boşalmış gemiler gibi, meçhule doğru gitmektedir. Halbuki, devlet tüm gücü ile tüketmek yerine üretmek yönünde tercihler yapıp, mekanizmaları ona göre yaratsa, Türk milleti de zorla kazandığı parayı metal ve plastik yığını olan otomobiller, ve beton yığını olan gayrimenkullere yatırmazdı. Böylece de, her şehrimizde fabrika üstüne fabrika açılıp, oğulları ve kızlarına iş olanağı yaratılabilirdi. Üretmeden tüketmenin sefilliği yerine, ürettikten sonra tüketmenin asilliği çok daha yakışırdı, yüzüncü yılını kutlayan Türkiye’mize. Bunlar, İtalya’nın kuzeylerinde, bir zamanlar Osmanlı atalarımızın sefere çıkıp, tam ele geçirecekken 10 bin altın karşılığı vazgeçtiği Friuli bölgesinin, oldukça varlıklı Udine şehrinin bir döner kavşağının kenarındaki, kırmızı fesli Osmanlı delikanlısının logosu altında içtiğimiz acı kahvenin, bize hatırlattığı acı gerçekler olarak kayda geçmiş olsun böylece.