İyilik de bulaşıcıdır
Koronavirüs hepimizi eve hapsedince sosyal ilişkilerimiz telefonla yaptığımız uzun sohbetlere ya da sosyal medyanın mecralarında uçsuz bucaksız gezintilere evrildi. Yaşamımızı yeni duruma göre tanzim etmeye çalışıyoruz. Virüse karşı alınan önlemlerin en hayatisi evde oturmak şeklinde kendini gösterince, evde oturmanın getirdiği can sıkıntısı temel sorunumuz haline geldi. Dostlar sıkıntıdan patlıyoruz diyorlar, odadan odaya gezmenin, pencereden saatlerce dışarıyı seyretmenin sıkıntısını anlatıp duruyorlar. İnsanın evinde vakit geçirebileceği bir alışkanlığı, işi ya da meşgalesi yoksa evde oturmak işkence haline gelebilir şüphesiz. Aslında engelli olmayanların yeni tanıştığı bu “işkence” hali, engellilerin hayatının en basit tabirle tarifi... Yaşamlarını yıllardır dört duvar arasında geçirmek zorunda kalanların alnına yazılıdır “evde kal” sloganı. Ya fiziksel ya da sıhhi durumları veya dışarıda karşılaştıkları erişim sorunları onları evde kalmaya mecbur eder. Elde değil ama insan düşünüyor, virüsün mecbur ettiği evde kalma, sosyal izolasyonu tatbik etme zorunluluğu acaba bir kısım zihinlerde engellilerin sosyal hayata katılmak için yıllardır verdiği mücadeleyi anlamayı sağlayacak bir ışık çakmışmıdır? Empati kurmak için iyi bir “fırsat” diyeceğim ama haklı çıkmak uğruna bu felaketi malzeme yapıyor izlenimi vermek de bir hayli canımı sıkıyor doğrusu. Ama yine de aklımdan geçeni söyleyeyim dedim.
Zorunlu olarak evde kalmanın sıkıntısını aşabilmek için naçizane sunacağım tavsiye bol kitap okumak ve film seyretmek yönünde olacaktır. Mesela, dünyada ve ülkemizde engellileri konu edinen çok güzel filmler var. Örneğin, yeni seyrettiğim, senaristliğini iki kere Oscar’a aday olmuş Robin Covandish’in yaptığı, yönetmen koltuğuna Andy Serkis’in oturduğu 2017 yapımı Nefes (Breathe) adlı filmi sizlere önermek isterim. Filmi izlerken odaklanmanın seyir zevkini arttıracağına inanıyorum. Çünkü kaçırılmaması gereken ayrıntılar var. Engelli filmlerine genelde seyirci sıkılmaktan korktuğu için çok zor gider. Ya bir dost tavsiyesi yönlendirir onları ya da tesadüfler. Ama bu film öyle değil, herkesin sıkılmadan izleyeceği çok güzel bir film. Özellikle oyuncuların performansı gerçekten çok müthiş.
Londra’da başlayan hikâye daha çok Kenya’da yüzyılın ortalarında geçiyor. Kenya’da iş yapan, neşeli, hayat dolu bir genç olan Robin (Andrew Garfield) arkadaş grubundaki Diana’ya (Clairene Foy)âşık olup, onunla evlenir. Müthiş bir zenginliğin ve mutluluğun eşlik ettiği burjuva hayatlarında her şey doğal olarak çok iyi giderken, Robin çocuk felci (poliomyelit) geçirir ve boyundan aşağısı tamamen işlemez hale gelir. Genç çiftin hayatı artık bu büyük trajediyle mücadele halinde geçecektir. Biyografik bir eser olan filmin verdiği en önemli mesaj, engellilerin sosyal hayata katılmasında sevgi ve anlayışın, dostluk ve arkadaşlığın hayati önemi...Felç geçirdikten sonra vücut fonksiyonlarının büyük bölümünü kaybeden eşine duyduğu sevgiyi eksiltmek yerine daha da büyüten bir ideal eş, yoldaş durumunu görüyoruz Diana’da. Etrafındaki insanların hatta eşinin dahi şaşkınlıkla izlediği, acımanın zerresinin olmadığı salt sevgi yüklü bu tutku hali, bulaşıcı etkisi olan bir insaniyet modeli sunuyor. Diana’nin merkezinde olduğu bu sevgi ve anlayış halesinin büyüyerek Robin’in çevresindeki herkesi, arkadaşlarını ve dostlarını kuşattığını görüyoruz. Film, sevgi ve dostluğu, umutsuzluk ve çaresizliğin hem kişisel hem toplumsal iyileşmesinin on koşulu olarak bize işaret ediyor. Ve iyiliğin virüs kadar bulaşıcı olduğunu hatırlatıyor.