James Bond’ların sonuncusu

Salonlarda gösterimi süren bir filmin sürprizlerini açık etmeme ilkesine sadık kalmaya çalışarak son Bond macerası “Ölmek İçin Zaman Yok”un (No Time To Die) nasıl noktalandığını yazmayayım ama ekip arkadaşlarıyla birlikte Bond’un anısına kadeh kaldıran M’nin, şu alıntıyı yaptığını belirtmeden geçmeyeyim: “İnsanın asıl görevi yaşamaktır, var olmak değil. Zamanımı uzatmaya çalışarak, onu boşa harcamayacağım.”

Adından başlayarak, yaşam-ölüm-zaman bağlantısına dair pek çok edebi vurguda bulunan filmde duyduğumuz bu sözler, Bond’un “zamanının dolduğu, uzatmaya çalışmamak gerektiği, sinema tarihinde yaşamayı sürdürse de artık var olmayacağı” mesajı biçiminde yorumlanabilir rahatlıkla. Kaldı ki finalde, beyazperdedeki Bond maceraları devam etse bile kahramanın James Bond olmayabileceğine dair başka soru ve ünlem işaretleri de ortaya atılıyor. Belki de bundan böyle ön adı James olmayan başka bir Bond çıkartılacak karşımıza. Doğulu kötü adamların amansız düşmanı, Batı dünyasının ahir zaman şövalyesi “majestelerinin ajanı”nın bir kızı olduğunu öğrenmemiz bu açıdan anlamlı örneğin. Yani “Ölmek İçin Zaman Yok”, yalnızca Daniel Craig’i son kez Bond rolünde izlememizin ötesinde, başka açılardan da “son”lar içeriyor gibi görünmekte.

YORGUN VE DUYGUSAL

Soğuk Savaş döneminin popüler kültür figürlerinden biri olan James Bond, İngiliz istihbarat servisinin öldürme yetkisine sahip, zaman zaman CIA’yla işbirliği yapan bir elemanı olarak çizildi. En önemli özelliği tam bir “centilmen” olması, duygulardan uzak bulunmasıydı. Dostlarını sevmez, düşmanlarından nefret etmez, yalnızca işini yapar, görevini tamamlardı. Biçilen elbise, Sean Connery, Roger Moore, Pierce Brosnan gibi aktörlerin üstüne bu açıdan tam anlamıyla oturuyor, ne dar ne bol geliyordu. “Ölmek İçin Zaman Yok” dahil toplam beş Bond filminde yer alan Daniel Craig ise Soğuk Savaş sonrasının aslında çok daha sertleşen koşullarının aksine, yorgun yüz hatları, bedbin sayılabilecek bakışları, duygusal iniş çıkışlarıyla dikkat çeken bir ajan olarak dikkat çekti. Belki tüm diğer Bond’lardan çok daha kaslı ve güçlüydü ama beden diliyle her seferinde “yorgunluğunu” belli ediyordu. Bu son filmde de büyük duygusal boşluklara düşüyor, zaaf gösteriyor, hata yapıyor ve hatta birkaç kez ciddi ciddi ağlamanın eşiğine geliyor. Bir Bond filmi ve gözyaşları; bu da oldu!

Önceki Bond filmlerine açık-örtülü bolca selam yollayan, klasik düşman Spectre ve lideri Blofeld’in bile bir çırpıda devre dışı kaldığı, Covid-19 salgınına uyumlu bir tehdit algısının devreye girdiği 163 dakikalık “Ölmek İçin Zaman Yok”, serinin en iyi halkalarından biri değil kesinlikle. Öte yandan, kötü bir film de sayılmaz… Kısacası, ilk beşte ve son beşte değerlendirilmeyecek bir Bond macerası söz konusu.

TOZ ZERRELERİYLE SAVAŞ

Son 30 yılda seyrettiğim tek dizi olan “True Detective”in yönetmeni, “Jane Eyre” (2011), “Beasts of No Nation” (2015) gibi kalburüstü iki filmdeki imzasıyla da tanınan Cary Joji Fukunaga’nın özgün dokunuşlarının hissedildiği yerlerde çıta hayli yükseliyor. Fukunaga, İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler’in bir adada inşa ettiği askeri üsse odaklanan hikâyenin inandırıcılıktan uzak oluşunu, Bond’un iç dünyasına yönelerek gidermeye çalışmış, “True Detective”de de yaptığı gibi karakter çalışmasına önem vermiş. Bununla birlikte yeni nesil “Görevimiz Tehlike” ajanlarının ya da Jason Bourne’ların cirit attığı ve giderek birbirine karıştığı bir beyazperde dünyasında formülün ne kadar işe yaradığı tartışmalı. Uzun sayılabilecek kimi diyalogların sıkıcılık katsayısı da iyi hesaplanmamış sanki.

İstihbarat patronu M, bir sahnede Bond’a “Eskiden düşmanlarımızla yüz yüze gelebiliyor, gözlerinin içine bakabiliyorduk. Şimdi ise toz zerreleriyle savaşıyoruz” gibisinden şeyler söylüyor. “Ölmek İçin Zaman Yok”, toz zerrelerinin de dağıldığı bir film olarak anımsanacak. Eğer gerçekten “James Bond ölmeli!” diye karar verildiyse, yeni Bond’lar için Yeni Soğuk Savaşlar’a ihtiyaç duyulacağı çok açık. Bond’un yaratıcıları zamanı uzatmayacaklar ama boşa da harcamayacaklardır eminim ki.