Kaçış sineması...

Kaçış sinemasının (Cinema of escapism, escapist cinema) en kısa sözlük tanımı: “İzleyicinin ilgisini, oylayıcı, avutucu, uyutucu ya da düşsel durumlarla çelerek onu günlük gerçeklerden uzaklaştırmayı amaçlayan sinema”dır. Özellikle toplumların yaşamlarındaki güç ve çetin dönemlerde, sinemacının ya kendini ya izleyiciyi günlük gerçeklerden uzaklaştırmak için giriştiği bilinçli bir çalışmanın ürünüdür. Ya da bir başka tanıma göre, “gerçeklerin yerine bir başka (yapay) gerçeği koyarak, kitlelerin buna inanmalarını sağlamaktır.” Bu tanımlamaları daha da çoğaltabiliriz. Ancak tümümün ortak paydası, kitleleri var olan gerçeğin dışına iterek ona inanmalarını sağlamaktır.

Sanatların en yaygın ve de en etkili olanı sinemada kaçış sanatı, belki de Lumiere’nin kamerasını çalıştırdığı ilk günlerden günümüze değin özünden hiç bir şey yitirmeden, “güç” ve “çetin” dönemlerde baş tacı edilerek kullanılagelmiştir.

Sinemada kaçış sanatının en görkemli, en etkin ve de en yaygın örnekleri, Bertold Brecht’in deyimiyle “yaşlı bir yosmanın tüm hünerlerine sahip Hollywood sineması” tarafından verilmiştir.“ Bu örneklerden zamana yayılı en etkili olanı ise hiç kuşku yoktur ki, western’lerdir. Hani kahraman kovboyların kızılderililere ayar verdikleri o unutulmaz filmler... Bu filmler sayesinde topumuz, mahalle aralarında oynanan çocuk oyunlarında bile elimizdeki silahı bir yana koyup ok ve yayla savaşıp beyazların kafataslarını yüzen vahşi kızıderililerin yerini almak istemedik. Yıllar yılı hep kazanan taraf kovboyların yanında olduk. Ancak, o olmak istemediğimiz kızılderililer baskı gücü olmaktan çıkıp turistik bir konuma geldikten sonra asıl yerlerinden ve de yurtlarından edilenlerin de onlar olduğunun farkına varabildik.

Hollywood’un işini bilir yapımcıları kızılderililerden sonra kaçış sinemasının tezgahına bu kez siyah-beyaz çatışmasını koydu. Uzun bir süre bu konuyu işleyen filmlerde toplu taşımalarda en arka sırada oturup, orada bile beyazlara yer vermek zorunda olan, köpeklerle siyahların bir yerlere giremediği dönemlerde Hollywood filmlerinde onların en yüksek mevkilere gelebilme durumunu izledik. Ama zamanla bu tür filmler de deşifre olunca bu kez de Vietnam olayı kaçış sinemasının tahtına oturdu. Onlarca film... Kahraman ABD askerlerini az mı alkışladık... Ya onlar olmasıydı... Dünyanın hali ne olurdu?

Hollywood yapar da Yeşilçam sineması yapamaz mı? Bizim yerli sinemamız hem de en iyisini, en uzun sürelisini yaptı. Az mı, fıstık satarken içindeki acıyı dudaklarında çığlık yerine gözlerinde yaş yaparak kötü yazgılarının tutsağı olan, ancak bir dizi tesadüfler zincirlemesi sonucunda beyaz atlı prenslerini bularak sınıf değiştirerek toplumun baş köşelerine oturan az mı “zengin erkek fakir kız”, “fakir erkek zengin” kız ya da bunların sayılmayacak kadar değişik versiyonlarını izleyerek bir bilet karşılığında nice düşler kurmadık...

Ya günümüzde? Kaçış sinemasının en görkemli örneklerini her gün her saat 32 kısım tekmili birden izliyoruz. Ancak bu örnekleri perdede değil de gerçek kişilerle gerçek yaşamlarımızda bir bilet ücreti vermeden bedavaya izliyoruz. İşin en acısı da eskisinden farklı olarak hangisinin gerçek hangisinin yalan olduğunu bile bile...

Kısacası bir zamanlar Yeşilçam filmlerinde izleyip de “yok artık değimiz” her bir şeyi şimdilerde bizlere hayat diye yaşatıyorlar...