Kader meleğinin fısıldadığı pembe hayatlar mı?
Gelin bir hayal kuralım: Hâlâ ana rahmindesiniz. Doğmanıza sadece bir gün kalmış. O büyük kargaşalıkta ayaklarınız ve ellerinizle annenizi yumruklamakta, “çıkarın beni buradan” diye bağırmaktasınız. Birdenbire, oldukça resmi görünen bir esrarengiz kişilik gözünüzün önünde belirir. Elinde uzun bir liste ve bir kalemle. “Ben kaderinin meleğiyim” diyerek sizin “exit”, yani çıkış görüşmenize başlar.
İlk soru “nerede dünyaya gelmek istersin?” olur. Daha siz doğru dürüst cevap veremeden, ikinci soru patlar: “Deri rengin ne olsun”? Siz deri rengi çeşitlerini aklınızdan geçirmeye çalışırken, kader meleği seçeneklerden birini işaretler ve sonraki soruya geçer. “Sahiplenmek istediğin ailenin gelir seviyesi ve sosyal statüsü ne olsun?” Siz para, varlık, zenginlik filan gibi kavramları daha bilemediğiniz için yine cevapsızsınızdır. Kalem, seçeneklerden birini daha karalar ve sonraki sorulara geçer kader meleğiniz. Oldukça uzun bir röportajdan sonra, ortadan kaybolur. O karanlık ve ıpıslak yerde kendinizle baş başa kalırsınız. Ertesi gün ne olacağını meraktan çatlayarak, bilinmeyenin verdiği huzursuzlukla elleriniz ve ayaklarınız ile daha da şiddetli vurmaya başlarsınız annenizin karnını, içeriden dışarıya doğru. Kafanız karışıktır, ama kader meleğinin röportajı, bu ızdıraplı dünyadan kurtulmanıza sadece 24 saat kaldığının bir işareti olduğu için, çok da mutlusunuzdur. Yarın dünyalı olacaksınız ne de olsa!
HAYATTA MUCİZELERE YER YOKMUŞ!
Hayata başlarken böyle bir süreç yaşayanınız oldu mu acaba? Hiç zannetmiyoruz. İnsanların doğum sürecinde ve hayata başlama hallerinde, buna benzer bir mucize hiç olmamıştır ve olmayacaktır. Sonsuz bir bilinmeyenden gelip, bir başka sonsuz bilinmeyene doğru olan yaşam maceramız, bundan çok daha sade bir şekilde başlar.
Başlamaya başlar da çoğumuz sanki bizler pembe bir yaşam davetiyesi ile doğmuşuz gibi, beklenti üzerine beklenti geliştiririz daha işin başından. Ailede beklenti, okulda beklenti, iş konusunda beklenti, aşk konusunda beklenti, yaşadığın yer konusunda beklenti, maaştaki beklenti, emeklilikteki beklenti, sağlık konusundaki beklenti… Sonsuz bir listedir bu beklenti konuları. Beklemeye bekleriz, ama beklediklerimizi elde etmek için gerekenleri yapma konusunda, kestirmeden gitmek gibi kötü bir geleneğimiz de vardır bu arada. Yani faturasını ödemeden, alışveriş yapmak türünden bir alışkanlık. Budizm’in ana tavsiyesi “no expectations=beklentisizlik”, bu konudaki endişelerden kaynaklanır zaten.
Sözü bu noktada, içinden geldiğimiz solcu ve devrimci gelenekteki hayal kırıklıkları ve adeta hayata küsme şekline bürünmüş son eğilimlere getirmek istiyoruz. Erdoğan seçimi kazandığından beri, bu çevrelerin karamsarlık ve metafiziklik kokan ruh halleri, artık patalojik bir hal almaya başladı. Depremzedelere küfür etmekten, ülke nüfusunun öteki yarısını aşağılamaya varan anormal bir haleti ruhiye kaplamış durumda memleketin bu yarısını.
ELİTİST VE KENDİNİ DOLDURUŞA GETİREN ‘SOL’
Halbuki, sebep-sonuç ilişkisi diye tanımlayabileceğimiz materyalist felsefe bu duruma bakıp gülümsemekte, adeta dalga geçer gibi. Çünkü bu çevreler, sanki doğumlarından bir gece önce bir “kader meleği” tarafından ziyaret edilmiş ve her konuda “pembe hayallerle dolu” bir yaşam sözü verilmiş gibi davranmaktalar. Hayat hiç de öyle gelişmiyor halbuki. Doğuyorsun, önüne ne konulmuşsa onunla en iyisini yapmaya çalışıyorsun. Eğer hayat konusunda biraz daha iştahın varsa, daha fazla gerekeni yapıyorsun ve biraz daha iyi yerlerde hayat bulabiliyorsun sonunda. Zaten o arada da ölüp gidiyorsun! Sultan Süleyman bile olsan, hayatla ilgili varlık çizgin bu. Bunu fazlaca değiştirme imkanın da yok, Gılgamış destanından bu yana. Evren sana, olsa olsa 80 sene süre tanımış bu alemde. Senin görevin, iyi bir muhasebe ile bu seneleri yaratıcı şekilde kullanıp, hayat maceranın sonunda, nisbeten mutlu olarak göçüp gitmek bu alemden. Mutlak bir mutluluk tanımının olamadığını hepimiz bilmekteyiz zaten, kendi tecrübelerimizden.
NEREYE PAYİDAR NEREYE?
Kendi payımıza, yukarda bahsettiğimiz yaşam sürecinin son elli senesini alıcı bir gözle bakarak, görerek ve nispeten anlayarak yaşadığımızı iddia edebiliriz. Bu sürede “Tek Yol Devrim” gibi olağanüstü naif, ama güçlü bir slogan ile yola çıkan yüzlerce yakın ve uzak arkadaşlarımızın, son seçimlerde geldikleri “Tek Yol Nato” ya da Amerikancı birliktelikler noktası, bize bu yazı için ilham veren süreç oldu. Nasıl oldu da bu kısacık seneler içinde, insanlığın ve ülkenin kurtuluşunun doğru olarak “devrim”de olduğu düşüncesinden, NATO’ya bel bağlayıp kendi ülkesinin iktidarından kurtulma noktasına gelinebildi? Elli sene önce her solcu fraksiyonda, devrimciliğe başlayan herkesin ilk okuması istenen kitap, Diyalektik Materyalizm değil miydi ki? O felsefi hayat anlayışı, elbette devrim analizi yapmaktaydı. Ama karşısında devrim yapacağın düşman olan NATO’ya hayranlığa nasıl dönüştü bu aynı felsefe acaba? Bu elli senede, o saflarda bir şeylerin çok fena şekilde yanlış gittiğinin açık bir ifadesi değil mi ki bu?
Sonuçta devrim de olmadı, NATO’nun yardımı ile beklenen iktidar değişikliği de! Ve elbette bu çevrelerin hayal kırıklıkları, kızgınlıkları, memleketten kaçıp gitme çığlıkları, kendi milletine zalimce saldırmaları, ancak bu “vaat edilmiş pembe dünyanın” gerçek olmadığını nihayet anlamaları ile açıklanabilir. Halbuki ne bu dünya pembe idi, ne de bir kader meleği, bizlere torpil yapıp, her şeyin en güzeline sahip olma sözü verdi doğum gecemizde. Her şey mevcut şartlar altında olması gereken şekilde oldu ve bizlere, durumu daha beceriklice tahlil edip, yanlışları düzeltmek, olumsuzlukları olumluya çevirmek gibi bir görev düştü. Depresyona, karamsarlığa, küsmeye, kaçmaya ne gerek var? Sanki, daha iyisi başka bir yerde, dört gözle bizlerin varmasını beklemekte!