Kalem ve kağıt

50’li yılların ilk yarısının Türkiye’sinde kırtasiye malzemesini temin etmek sanıldığı gibi pek kolay değildi. Ekonomik konumunuz iyi olsa bile bazı şeylere erişmeniz pek mümkün değildi. İstediğiniz malın pahalı ya da karaborsa oluşundan değil de, Türkiye’de bulunmamasından ve de buna karşılık yeterli oranda ithal edilmemesinden dolayı. Onun için o yıllarda öğrenci olanlar, üzerinde fil olan silgilerin dörde bölünerek paylaştırıldığını, yanlışı silerken yazının değil de kağıdın yırtıldığını, saman kağıtlı defterlerde mürekkebin nasıl dağıldığını, ya da tümü değilse bile çoğu okul çantaların asker bavulu gibi tahtadan olduğunu çok iyi bilirler...
Tabii bir de kurşun kalemleri... Ucu iyice açıldığında kağıdı yırtar, açılmadığı zamanlar da bir türlü yazı yazamazlardı. Bu kalemleri, elimizin tutamadığı küçüklüğe inene kadar kullanır, çok küçüldüğünde ise onları asla atmaz, çantalarımızda bulunan kalem kutuların içine koyardık. Bu kutuların içi ağızına kadar elle tutulmayacak kadar küçük boyutlu olan kalemlerle dolup taşardı.
O yıllarda kırtasiyecilerde, kalemden daha çok, bu küçük boyutlu kalemlerin son kerteye kadar kullanımını sağlayan kalem büyüklüğünde kamışlar satılırdı. Kalem büyüklüğünde olan kamışların bir ucu, küçük boyutlu kalem artıkların girmesine olanak sağlayan bir düzende yapılmıştı. Küçük kalemleri buraya koyar, onu sıkıştırdıktan sonra bitene kadar bu kamışların sayesinde kullanırdık.
Bütün yaşamım gibi ilkokul yıllarım da Erenköy’de geçti. O zamanlar Erenköy yalnızca İstanbul’un değil, belki de Türkiye’nin en varlıklı kişilerin oturduğu büyük bahçeli köşklerden oluşuyordu. Şimdilerde bu köşklerin var olduğu bahçelere evler değil de mahalleler yapıldı. Tabii buna karşılık yoksul insanlar da yok değildi. Söylemek istediğim bu semtin tek okulunda en zenginiyle en yoksulu bir arada yan yana otururdu. Ama ikisinin de elinde bu kamış çubuklardan birisi mutlaka olurdu. Kırtasiye malzemelerindeki yokluk, yalnızca yoksullar için değil, varlıklı ailelerin çocukları için de geçerliydi. Öylesine geçerliydi ki, herkes bir yarışmada birinci olup, armağan olarak verilen tam bir silgiye sahip olmak isterdi. Sahip olma şansına erişeneler de onu kullanmaz, ya dörde bölüp arkadaşlarına dağıtır, ya da boynuna asıp dolaşırdı.
Geçtiğimiz yıllarda Nürnberg Festivali’ni izlerken boş bir zamanda eğitim müzesini de gezme olanağını buldum. Bu küçük, ama bu konuda görmek istediğiniz tüm beklentilerinizi boşa çıkarmayan bu müzede en çok ilgimi çeken ise bir köşede kurşun kalemlerin nasıl yapıldığını anlatan bir firmanın makinesi oldu. Makinen boyutları ise aşağı yukarı yetmiş-yetmiş beş santim kadardı. Üretimi ise bu boyutlarıyla kıyaslanmayacak kadar büyüktü...
Bu makinenin başında uzun bir süre kaldım,,,50’li yıllarda, bir diplomat, bir iş adamı, bir bürokrat, ya da bu ülkeye turist olarak giden bir Allah’ın kulu bu makineyi görmedi mi? Eğer birileri görüp de bavuluna koyup getirseydi, ya da getirme gereksinimini duysaydı, inanın bir kuşak hem küçük kalemlerin kullanımını sağlayan kamışlara mahkum olmayacak, hem de ömür boyu kurşun kalemlere duyulan özlemini gidermeye çalışmayacaktı. Bugün bile hala kimi yaşıtlarım benim gibi evlerinde onlarca değil, yüzlerce kurşun kalemleri biriktirmeye devam ediyor. Koleksiyonunu yapmak içir değil, geçmişteki travmanın üstünü örtebilmek, o günleri unutabilmek için...
Ve kağıt...Ya da Çinlilerin deyişiyle insanoğlunun kalemle birlikte güvenebileceği tek hafızası...
Tarih yineleniyor gibi...Her şeyin var olduğunun iddia edildiği bir ülkede kağıdın bu konuma gelmesini- daha doğrusu getirilmesini- nasıl anlatmak, yorumlamak gerekir? Bilemiyorum...
Bunun için Nürnberg’e gitmeye hiç gerek yok...Hızlı trenle Pendik’ten Ankara’ya gidip gelenler İzmit istasyonunun civarında bir müzenin önünden geçecekler... Genç arkadaşlarımız biraz dikkat etsinler....Orası, çok eski değil, geçtiğimiz dönemlerin anlı-şanlı SEKA’sının kağıt müzesidir....
Garip bir paradoks...Günümüzde müzesi olanın kendisi yok, geçmişte ise kendisi olanın üretimi...
Genç kuşaklar ya da x, y, z olarak tanımlananlar, albümsüz, mektupsuz, kağıtların üstüne düşürülen suretsiz kaldı...Şimdi de deftersiz, gazetesiz, dergisiz ve de kitapsız mı bırakılmak isteniyor...