Kara Defterden

DELİ BALZAC İLE ELİT STENDHAL
Sanatçı daima ezilenlerin yanında, hep muhalif bir kişi midir? Öyle olmasını ister, o zaman daha çok severiz kesin. Fakat bakalım “hep” öyle mi! Misal, romanın babalarından Balzac, tüm eserlerinin üst başlığı olan yüce kitabı İnsanlık Komedyası’nın önsözünde “iki ölümsüz gerçeğin, din ve monarşinin ışığında” yazdığını söyler. İki ölümsüz gerçek: Din ve monarşi! 1833’te yazdığı Köy Hekimi (Le Medecin de Campagne)’ni okursan iktidar hakkında fikirlerini göreceksin mösyönün.
Dilersen 1844 tarihli, Marx’ın Kapital’inde bile mevzusu edilmiş Köylüler (Les Paysans)’e bak. İşçilerin neredeyse tanrılaştırılmasından, nice yazarların “demokratik baş dönmesine” kapılacak denli kör oluşuna dek ne eleştiriler getirir... Asıl büyük kral, Balzac’tır fakat.
Yazarın halk adamı oluşu gibi mevzular ne olacak peki; Stendhal, Parma Manastırı’nı bitirip başına büyük harflerle İngilizce bir not ekler: “To the happy few...” Mutlu azınlığa diye çevrilse de kastettiği şudur: “Gelişmiş yazı beğenisi olanlara...” Yani sıkıntı yok’çulara; şu kafalar bu kafalar diye sözcük boğanlara; “hoş geldin”i bitişik yazan büyük yazarlara; her cümlesinden sonra muhatabını salak yerine koyup anladın mı diye soranlara değil...
Bilmem “anlatabildim mi?”
NOTALAR
480’de doğup 524’te ölen Romalı filozof Boethius; dur yahu kimse şu seslerle ilgilenmiyor, bari ben bakayım şu işe, diyerek harflerden, bugün de kullanılan bir simge düzeni oluşturmuş. Bir zamanlar gitar çalmaya merak saldığımda fark etmiştim. Peki sahi bugün bildiğimiz nota adları nereden? Şuradan hocam: Ut Queant Laxis’ten. Dilimizdeki adıyla Aziz Yuhanna Batista ilahisinden (Hz. Yahya yani). Nasıl iş bu arkadaş diyeceksin. Şöyle...
1030 yılında Toscana’daki Arezzo Katedrali’nin rahibi, korodaki çocuklara dua ezberletebilmek için her yeni sesin öncekinden daha yüksek başladığı bir halk ezgisini dinsel içerikli Latince bir metne çevirir. Sözler şöyledir: Ut queant laxis / Resonare fibris / Migestorum / Famuli polluti solve polluti / Labii reatum / Sancte İonnes. Şimdi, her dizedeki ilk iki ya da üç harfe bak: Ut dışındakiler tanıdık gelecek. Re, mi, fa, sol, la... Ut ve sa ne peki. Ut sonraları daha kolay geldiği için do’ya dönüşmüş. Sa ise Sancte İonnes’in (Aziz Yuhanna yani) kelimelerinin baş harflerinden dolayı si oluvermiş.
Latince şiirin anlamı şu. “Sadece senin hizmetçilerin özgürce ilahi söyleyebilir, işlerinin mucizeleri hakkında... Günahlarının lekelerini sil onların dudaklarından Aziz Yuhanna.”
Çok sonra biri de çıkıp şu eşleştirmeyi yapmış: Do: Dominus (yaratıcı). Re: Rerum (madde). Mi: Miraculum (mucize). Fa: Planetarium (güneş sistemi). Sol: Sols (güneş). La: Lactea (Samanyolu). Si: Siderae (gök). Kısaca notalar da gökten zembille inmedi yani!
ZEMBİLİ ALİ EFENDİ
O zaman gelsin zembil. Nedir? Öyle eski bir kelime ki şaşarsın. Akadçası taşımak, zanbil olarak Farsçaya geçmiş, bildiğin sepet aslında. Buyur o halde: Zembilli Ali Efendi’ye gelsin sıra! Yirmi dört yıl şeyhülislamlık yapmış, acayip adam. Kişiliğinden taviz vermez, dik kafalı. Kısıtlı zamanına karşın ne yapar eder halkın sorularını da muhakkak cevaplarmış. Soru soranlar beyimizin iki katlı evinin önüne gider; efendi sepeti aşağı sarkıtıp soruları alır, yukarı çekip okuduktan sonra cevap yazıp sarkıtırmış aşağı. Gökten zembille inmek buradan geliyor.
Bir gün Kanuni, sarayın bahçesinde gezinirken bakıyor ki ağaçlara karınca dadanmış. Hemen Zembilli’ye soracak tabii. Beyit yazıp gönderiyor: “Dırahtı sarmış olsa eğer karınca / Zarar var mı karıncayı kırınca...” Efendi de padişaha beyitle veriyor cevabı: “Yarın divanına Hakkın varınca / Süleyman’dan alır hakkın karınca...”
Bu arada efendinin zembil sarkıttığı ev duruyor hâlâ... Bugün Zeyrek’te değil de Prag’da olsa, çoktan müze haline getirilmişti ama. Pencereden sepet de sarkıtılmış olurdu üstelik. Gelenler sorularını yazar, sepet yukarı alınır, içerde bir şekilde sorular cevaplandırılıp tam da eskisi gibi aşağı indirilirdi. Böylece şu koca İstanbul, dünyaya, kültürünün bir inceliğini daha anlatmış olurdu. Ama var mı gereği... Sonuçta ecdat bizim ecdadımız, boş yere övünüp durmak, anıp yaşatmaktan daha kolay değil mi!
FOK BALIĞININ POĞAÇACASI...
Odak diye bir kelime var, biliyorsun. Od kelimesinden geliyor, od eski Türkçe ateş... Odak da zaten aslında ateşin merkezinde, yakıcı önemde olan demek. Odağın Latincesi focus; ocak, ateş anlamına geliyor. Buna İtalyanlar da focaccia diyor, külde pişmiş küçük hamur işi. Külden ateşe gidiliyor. Zaten bizim poğaça da aslında bu focaccia ile akraba. Peki poğaçayla Foça arasında ne var? Aslında bir şey yok. Foça, kıyısından görünen foklardan alıyor adını... Tabii eskiden; şimdi fok falan ara ki bulasın. Ama güzel olan, kelimelerin birbirleri arasındaki bağ... Ateşten, poğaçaya, oradan foka, bitmeyen bu bağ...