Kara Defterden

Tün, gecedir. Moğol dilinde “tüne”, karanlık demek. Gündelik bilgi söylüyor, tünemek kelimesi var, bir tür oturuş şeklini ifade ediyor. Daha çok kuşların, bir yerde durup deli gibi saatlerce beklediği haller için kullanılır. Belki de tünemek, bir yerde gecelemek manasındaydı bir zamanlar. “Dün” gece bir yerde konaklamış olan gibi... Zaten tün, biraz değişerek günümüze dün olarak geliyor. Eski Türkçede gün-gece ikilisi, gün-tün şeklinde. Ben yanarım dünü günü, bana seni gerek seni, diyordu Yunus, Türkçemin süt dişleriyle.
Demek ki tün, düne uğrayıp bir önceki gün anlamına yerleşip oturmuş. Alman dilindeki morgen de hem yarın hem de sabah demek, onun gibi herhalde... Saatin rakamlarından önce, günün ışığı belirlemiş zamanı eskilerde. Necati Cumalı’yı neden anmayayım, anarım: “Kalktım sabahı dinledim / Dudaklarımda okuldan kalma bir şarkı / Hani yorgundum yeniktim çaresizdim / Dündü - evet dün / Dün bir kentti geride kaldı / Bu sabah bir başka kente indim.”
Dün deyince büyük Zweig’ın Dünün Dünyası da es geçilemez. En sevdiğim kitabıdır. Bunun yanına Werner Biermann’ın 1939 Yazı’nı da ekle, Birinci Dünya Savaşı’nın eşiğindeki dünyadan ikincinin kıyısına gelirsin. Dünün Dünyası derken, dün karanlıktı mı demek istemişti Zweig? Peki yarınlar aydınlık mı?

Yoldaşımız Bay Fidel Castro, on iki yaşındayken, ABD Başkanı Roosevelt’e mektup yazarak hayatında hiç on dolar görmediğini belirtir; kendisine tez zamanda on dolar gönderilmelidir.

Doğ kökü, Türkçe bir kök. Şaman olduğumuz çağdan kalma. Sonuna bir a ekleyerek doğa yapmışız. Toprak annemizin doğurganlığını barındırıyor içinde. Doğa doğmak, topraktan gelerek toprağa gitmek. Oysa Yakındoğu’nun kültürü, ona “tabiat” adını veriyor. Tabiatta, tabi olmak var. Birimiz tümden doğaya ait olduğunu düşünürken (“doğasın sen, doğasın, yarat beni yeniden” demişti Cansever), diğeri doğanın da bir şeye ait olduğuna inanır. Tabiat kelimesindeki tab kökünün aynı zamanda damgalamak anlamını içermesinin sebebi olmalı değil mi? Tanrı, ait olduğumuz tek şey ve hepimizi mühürlemiş diyor diğeri...
Ben en çok Nietzsche’ye katılıyorum ama: “Doğayla birlikteyken kendimizi rahat ve keyifli bulmamızın nedeni, doğanın hakkımızda hiçbir görüşü olmayışıdır.” Nefis! Doğa seni beni, üzerine çarpıp yıkmış göktaşlarını, tenini yakıp kavurmuş lavları, nesli tükenip yokluğa karışan canlıları; hiçbir şeyi umursamaz, zerre kadar da hatırlamaz. Doğada hiçbir şeyin merkezinde insan yoktur. Ortadoğulu dinlerin, yaratılmışların en üstünü insandır ısrarı kanımca bu kıskançlıktan “doğa”r. Senden izin almaz, sana sormaz, senden bağımsızdır o. Kurallarından hoşlanıp hoşlanmamanla ilgilenmez. Bu tarz insanlara da doğal denir zaten.
Doğayla savaş halindeyiz diyor astro-fizikçi Hubert Reeves, “kazanırsak kaybedeceğiz.” Tam da böyle. Zira doğa bizi sadece tek yerde umursar: Onu kirletince. Doğadaki ilk kirlenmeyi de Dağlarca şöyle özetliyor Kara Çizgiler şiirinde: “Doğada ilk kirlenmedir / Ülkelere / Bölünmesi / Yeryüzünün...”
Şaman demiştim başta, bir Şaman, bu büyük anneyi anlatıyor: “Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz. Nehirler kendi suyunu içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez. Güneş kendisi için ısıtmaz. Ay kendisi için parlamaz. Çiçekler kendileri için kokmaz. Toprak kendisi için doğurmaz. Rüzgâr kendisi için esmez. Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz. Doğanın anayasasında ilk madde şudur: Her şey birbiri için yaşar!”

(22 Mart Cuma sabahı, şimdi okuyacağın parçayı son haline getirirken Soner Yalçın’ın da aynı tarihli Sözcü yazısının girişinde “şamar oğlanından” söz ettiğini gördüm. Tümden tesadüftür; Yalçın’a da bu vesileyle selam göndermiş olayım.)
İngiliz, “whipping boy” diyor adına; şöyle bir şey: Avrupa’da devrin geleneklerine göre her prens ya da saray mensubunun çocuğu, okula bir yaşıtıyla gitmek zorunda. Bu yaşıt öğrenci, aslen halktan biri. Diğer beyzade hata işleyip öğretmeni delirtince onun namına dayak yemektir görevi.
Saray dediğin; bizde onlarda diye değişmez, hep aynıdır. Osmanlı sarayında da durum farklı değil. İmparatorluk töresi, coğrafyaya değil, sınıfa göre belirlenir. Burada da diğerleri kul, padişah kutsal yani efendidir. Bu nedenle padişahın oğluna yani veliaht beyimize ders anlatan öğretmenin de beyzadeye kızınca dövmek için “kullanıldığı” bir başka çocuk vardır: “Bana Mazlum’u getirin!”
Bu mazlum çocuk, tahmin edeceğin üzere, hiçbir imtiyazı olmayan alt tabakadan biri ve “şerefli görevini” karın tokluğuna üstlenir. (Atatürk de ne yapmış canım diye şişinen kimileri var, onlara sadece bunu anlatmak Gazi Paşa’yı anlamaları için yeterli olacaktır.) Beyzade, aptallık edince deliren öğretmen, Mazlum’u dövüyor durmadan. Bu şamar oğlanı, ders bittikten sonra genelde mutfakta, aşçı yamağı olarak görevlendiriliyor.
İmparatorluk töresi demiştim, dikkat! Şamar oğlanlarının sağır olmasına özen gösterilir. Niye mi? Eh, beyzadenin öğrenmesi gereken dersleri, Mazlum da öğrenip ileride başa dert olmasın diye. Peki, ya sağır çocuk bulamazlarsa ne olacak diyorsun ey okur, değil mi! Dert mi ecdadın için... Sağlam çocuk, sağır edilerek işe koşuluyor. Çok kolaydır sağlamı sağır etmek. Avuçları hafif çukur yap, iki kulağa, aynı anda, sertçe patlat tokadı, oluşan basınçla kulak zarını iğfal et... Buna da tahmin edersin, Osmanlı tokadı deniyor. Bir de muhallebi çocuğu var, anlatayım mı? Yok, anlatmayayım, miden kaldırmaz. Gazeteyi kapattırmayalım şimdi durup dururken. İyi pazarlar!