Kara defterden

H O gün, Süleymaniye’nin avlusunda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın cenaze namazı kılınırken Sabahattin Eyüboğlu’nun yüzü anlatılmaz bir acıyla gülümsüyormuş; fakültede Hamdi Bey’in asistanlarından Tahsin Yücel öyle hatırlıyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü bir yıl önce yayımlanmış. Kitapla ilgili yazı yazmak istediğini belirten Yücel’e, usta yazar imzalamış harikulade romanını. Fakat tarih atarken 10 Şubat 1962 yazmış. Oysa 24 Ocak 1962’de ölecek. Ölümünden on yedi gün ileride... Tuhaf bir adamdır Hamdi Bey! Bazen içlendiğinde Paris’in lale bahçelerindeki lalelere bakıp "Siz de burada benim gibi gurbettesiniz" dermiş; lalenin bize, geçmiş kültürümüze ait olduğunu düşündüğünden... Tanpınar için çok şey söylemek mümkün, çok şey yazmak; söyleniyor, yazılıyor... Kendine çorak bir toprak bulmuş bereketli bir bitkiydi bahçemizde. Omzunu çarpıtıp sağ kolunu gererek, insanların elini dürüst ve sımsıkı kavrarmış tokalaşırken, öyle diyor Haldun Taner. Dost kalbinin sıcaklığı, teninden de duyulabilecek böylece... Polemik adamı, kavga kişisi, dava neferi değil. Yaptığı her şey, önce kendine sadık kalabilmek için, kahrolur yoksa. En büyük savaşı kendisiyle. Valery’yi ruhuna yakın görse de çoğu kez bir Valery kitabı alacak parası yok cebinde. Tek kalesi, kişiliği. Narmanlı Yurdu’nun, mutfağında bile kitaplar yığılmış eski odasında sadece bizi, hayatımızı düşündü. Bugün o eski oda bile yok artık. Saç ektirmek için İstanbul’u tercih eden Dubaililer, yatakta ıslak hamburger yesin diye otel yapıldı Narmanlı. Yetmedi, geçtiğimiz hafta kapısının önüne yüz temizleme toniği satmakla meşhur bir firmanın tabelası asıldı. Gerçi tepkiler üzerine tabela indirildi ama makyaj malzemeleri yerli yerinde duruyor; ülkemizin vicdan azabı olması gereken Tanpınar, ters dönüyor mezarında; yeni Türkiye’de kültürün boyası akıyor... Satış mı dedin, devam canım devam, hiç durmuyor!

H Kimi ortaçağ dillerinde gelecek zaman formları yok diyor bir kısım dilbilimci. Misal, o dillerde "geleceğim", "gideceğim" denemiyor. Bizler de bir zamanlar "var gelmek", "var gitmek" demişiz. Daha geç kavimler, sonradan bu belirsizliği yenmek için bir "gelecek" uydurmuş; İngilizler will, Almanlar wollen, Frenkler vouloir, Persler hastan demiş adına. Bulunan kelimelerin her biri ne güzel, "istemek" anlamına geliyor aynı zamanda! Çünkü efendim, gelecek istemektir biraz da...

H Devamlı parasız, ustalık derecesinde alkol ve eroin bağımlısı, Fransız sürrealist-dadacı yazar Jacques Rigaut, şöyle diyor: "Kesin söylesem de yine de soruyorum." Herkesin her şeyi bunca iyi bildiği memleketimizde sormanın önemine yaslanan, henüz yirmi yaşındayken intihar kararı alıp "On yıl sonra halen yaşıyorsam kendimi öldüreceğim" buyuran deli adamın sözleri önemli. Üstelik intiharını müthiş özenle gerçekleştirir Rigaut: Kalbini ıskalamamak için cetvel, silahın sesini kesmek için yastık, bir de yatağı kirletmemek için muşamba kullanır. Daha ne yapsın!

H Sıcak yıldızların rengi mavi, soğuk yıldızların rengi kırmızı. Beyazıt Kulesi’nin ışıkları da mavi yanınca hava ertesi gün açık; kırmızıysa karlı olacaktır. Yeşil yanıyorsa yağmur; sarı yanıyorsa ertesi gün sis beklenir. Çok eskilerde unutulmuş bir İstanbul’dan kalan bu hoşluğu, yanılmıyorsam doksanların sonuna doğru kaldırdık şehrin gündeminden. Ayrıca gece ve gündüz yangınlar hakkında sürekli işaret verilirmiş bir zamanlar: Haliç’ten Yeşilköy’e dek yangın varsa kulenin iki yanına iki sepet asılırmış; Beyoğlu ve Boğaziçi için bir yana bir, diğer yana iki; Anadolu yakası içinse iki yana birer sepet! Bu gelenek de otuzlarda sonlandırılmış. Bir de şu tabii: 1968 yılında 6. filonun gelişi ve devamında İTÜ Gümüşsuyu kampüsünde Vedat Demircioğlu’nun katledilmesinden sonra kule devrimciler tarafından işgal edilmiş; üzerine de orak çekiçli bayrak asılmış. Daha sonra kimi gazeteler; bayrağın Beyazıt Camisi’ne asıldığını yazıp din elden gidiyor diye haber yapmış. Beyazıt Kulesi’ne ait çeşitli tarih kitapları, günlükler, çalışmalar, pullar, kartlar, belgeseller çok değil henüz; ileride yapılacaktır eminim... O gazeteleriyse kimse hatırlamayacak!

H Bir İstanbul daha... Kentimizde atlı tramvayların işlediği ilk yıllarda, tramvay idaresinin çeşitli semtlerde ahırları, beygir tavlaları varmış. At ahırına tavla deniyor, Kurtuluş’a Tatavla denmesinin de sebebidir. Atlar, tramvaya koşulduktan sonra bu ahırlardaki yetkililere teslim edilmekte. Bu tavlalardan birine Dingo lakaplı sarhoş bir Rum kahya görevlendirilir. Dingo işte, hiç ahırda durmaz; ikide bir yakındaki meyhaneye gider gelir, içici! Tramvay sürücüleri (vatman denirdi eskiden), yorgun atları bırakıp Dingo’yu ahırda bulamayınca kafalarına göre at alıp gitmekte... İlgilenen olmadığı için bazen yorgun atları da alıp götürüyorlar, daima işler karışıyor böylece. Dingo’nun ahırı da buradan gelmekte...

HKan ağlamak deyimi, İslamiyet öncesi Şaman Türklerin törenlerinden gelir. Eski Türkler, düzenledikleri cenazede ölüyü hemen gömmez, çadıra koyar, önünde at ya da koyun kurban edermiş. Törene katılan herkes çadırın çevresini yedi kez atla dolanır, ağlayarak sagu yani ağıt söylermiş. Kişi, yazın ölmüşse güzün gömülür, kışın ölmüşse baharda; eşyaları da yakılıp yanına iliştirilirmiş. Mezarın üstüne yapılan yapıya da ölünün resmi, katıldığı savaşlar betimleniyor. Bu yuğ törenlerinde, ölenin yakınları, acılarını anlatmak için Teşvikiye Camisi’nde kocaman güneş gözlükleri takmak yerine, yüzlerinin bir bölümünü ve göz altlarını bir bıçakla kesip kan akıtılırmış. Kısacası kan ağlarlarmış. Bu da böyle...