Kara Defterden
Kuzey yarımküreden görülemeyen bir takımyıldız Güney Haçı, Crux da derler. Son bulunan seksen sekiz takımyıldızdan. Güney yarımkürede, 12 saat 30 dakika açılımda, 60 derece yükselimde yer alır. Bugün 30 derece kuzey enleminden daha güneyde bulunan bölgelerde görebiliyoruz kendisini. Avustralya, Yeni Zelanda, Batı Samoa bayraklarında da bulunur! Dante, İlahi Komedya’sında, bu takımyıldızı ayrıntılarıyla anlatır. O çağda, o yarıkürede yaşayan bir şairin, diğer yarıküredeki bu yıldızı görmesi mümkün değildir.
Dahası var. Bay Jonathan Swift, 28 Ekim 1726’da yayımlanan Güliver’in Gezileri adlı yapıtında, okuru uçan ada Laputa’ya götürür. Yazarken iyice coşup bir yerlerde Mars gezegenini anlatır. Hatta Mars’ın o çağda bilinmeyen iki uydusunun uzaklıklarını, dönüş hızlarını verir. Fakat o çağda, bunlar henüz bilinmemektedir. Somut veri için yüz elli bir sene gerekecektir. Amerikalı astronom A. Hail, 1877 yılında uyduları keşfeder. Ne ilginçtir ki saptadığı ölçüler, Swift’in yapıtında verdikleriyle tıpatıp eştir. Dolayısıyla paniğe kapılarak bulduğu uydulara Fobos (Korku) ve Deimos (Dehşet) isimlerini verir...
Olay üstüne olay! Bu da gayet acayip bir mevzu. 1896 yılında, bizde pek bilinmeyen Matthew Phipps Shiel adlı İngiliz yazar, (soyadı sonraları Shiell olarak anıldı) bir hikâye kitabı yayımlar. Adı: Prens Zaleski. Kitabın içinde bir de özel bir hikâye var. Konusu: Canavar ruhlu bazı cani adamlar, tüm Avrupa’yı kasıp kavurmaktadır; hatta bir miktar, epey bir miktar da ileri giderek insanlığın ilerlemesini engelleyen kimi insan topluluklarını binler, yüz binler fark etmeksizin katledip cesetlerini yakmaktalar. Böyle işte. Sen şimdi adını da merak edeceksin bu hikâyenin biliyorum. Yani etmelisin. Söyleyeyim de şaşır: “The S.S.” Nasıl! Soru şu o zaman: Dante nereden biliyordu, Swift peki, nasıl bulmuştu; ya Shiel neyi görüp, nereden duyup da hangi yollarla anlamıştı. Bilemiyoruz. Belki bir gün, çok uzakta bir gün öğreneceğiz.
-4 Aralık 1945 günü yaşanan, tarihimize Tan Gazetesi Baskını olarak geçen o korkunç olay sırasında, Karaköy’de bulunan Tan Şarküteri, tabelasında T’yi Ç yaparak bir harfi aceleyle değiştirmiş; adını Çan Şarküteri’ye çevirmiştir ki gazetenin adıyla karıştırılıp baskına uğramasın. O gün ayrıca Beyazıt’taki Lena Kitabevi de tabelasını siyah yağlıboyayla boyar. Neden mi? Çünkü Lena da Rusya’daki bir nehrin adıdır. Baskını yapanlar, dükkândaki Rus ismini görüp de onları da komünist sanmamalıdır...
- Ülkü Tamer ile tanışmadım, hiç karşılıklı oturup konuşmadık. Oysa ustalarla, babalarla hiç değilse dünya gözüyle görüşüp söyleşmek adına geçmişte yakınlıklarım oldu. Bazısı da hayal kırıklığı olan tanışıklıklardı bunlar... Belki de bu yüzden Ülkü Beyi hep uzakta, beyaz bir yerlere taşıdım, bendeki imgesi hep öyle kalsın, onu nasıl düşündüysem öyle olsun istedim. Özel ve her zaman erişilmeyen bir yer. Gazete yazıları, anıları, düzyazıdaki şair inceliği, şarkılardaki gölgeli imza, çevirmenliği ve tabii ki şiirleri... Düşenlere olsun, Memikoğlan ya da Mayın olsun... Hele Mayın. “Haber saldım kuş ile / Gagasında yaş ile / Yol gözledim ardından / Bir sıcacık düş ile...” Yirmi yaşında bile değilim, Anadolu’nun, o koca yurdun bir yerinde, Denizli’ye giden bir trende, başım pencereye dayalı, üst üste ne çok tekrar etmiştim. Etmiştim de göğsüm, ufkum açılmıştı. İyi şiir böyledir, çiçek gibi açar insanı. Geniş bir kelime nefesi vardı Tamer’in, Antep’ten Meksika’ya kadar uzanıp gelirdi. Türkü de vardı o geniş nefeste, ninni de... Böyle bir geniş rüzgâr. İster istemez de şiddeti, esişi fazlaydı. Ölümünden sonra birkaç zaman çokça anıldı, yaşarken kitapları zincir mağazaların vitrinlerini, süpermarketleri süslememiş, çok satanlar listelerini sallamamıştı oysa. Bir Ülkü Tamer Çeviri Akademisi bile yok ülkemizde ama daha çok uzun zaman konuşulacaktır, sonra yine büyük edebiyatın sonsuz uzayında kaybolur bir süre, sürdürür varlığını. Çiçekli şapkalarıyla yaz müşterilerine değil, biz gömleği açık, yakası bağrı meydanda, vahşi ve sadık okurlarına kalır, onların olur. Türkçe durdukça da yaşar... Bir şiirinde dediği gibi, ondan kalan boşluğuysa hüzün doldurur.
- Galiba yazacağım. Ne zaman yazacağım bilemiyorum ama zaman üzerine çok uzun bir deneme var kafamda. Belki küçük bir kitapçık gibi olacak. Mesela Beckett’in Proust diye bir kitabı var, onun gibi bir şey. Fakat yazmak için zaman lazım. Öyle deyince bile aslında zamandan bahsetmiş oluyorum. Zaman, sarıyor, kucaklıyor, kundaklıyor her şeyi. Kundaklayınca acaba yakmış mı oluyor diye düşünüyorum. Zaman aslında bir tanrı gibi doğduğumuzdan beri yanımızda. Ahmet Haşim, Bize Göre’de bak ne yazıyor: “İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. Saatten kastımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, ... bu hayat üslubuna göre de saatlerimiz ve günlerimiz vardı...” 1928’de yazıyor bunları. Bugün bize kolayca zamanı söyleyen saat, o zamanlar yok. Hiç beklemediğimiz bazı adamlar bile bazı köklü yeniliklere ne kadar zor alışmış.
1 Ocak 1926’da yeni saate geçtiğimize göre iki yıl geçmiş, alışamamış Haşim. Niye zor uyum sağlanıyor böylesi değişikliklere diye düşünüyorsan iktidarın uygulamaya koyduğu yaz - kış saati hikâyesinde yaşadıklarına bak. İyi veya kötü yönde olsun fark etmiyor, galiba insanlar hiçbir değişime kolayca alışamıyor. Değişmek, zor!