Kara Defterden

Bir araç olduğu kadar, Sabahattin Ali’nin 1935 Eylül’ünde yazdığı bir hikâyenin de adıdır Kamyon, Anadolu en az kelime kullanmak kaydıyla kâğıda nasıl dökülür sorusunun cevabıdır neredeyse. Memet Baydur’un 1990’da yazdığı oyuna da konu olan bu devasa aracın adı Fransızca le camion’dan geliyor, caminar yürümek, yol almak demek: 14’üncü yüzyılda bir tür küçük at arabasıdır fakat 20’nci yüzyıla geldiğimizde yolun alış biçimi farklılaşıyor. At, yerini içinde birçok atın gücünü barındıran motorlu araca bırakıyor. Kelimenin anlamı, alınan yolun niteliğine, yolu alma şekline göre değişiyor.
Peki ya Romalıların, yattıkları odada, kabuslardan korunmak için mutlaka bulundurdukları baharat hangisi? Kimyon! Çöp şiş, kokoreç, köfte, hepsinde var gideri! Üstelik kimyon, “uyuyordu, ağarmış yelelerle örttüler üstünü” diye başlayan bir küçük İskender şiiri. Araplar kammün der, Yunan kyminon, Aramca kamun, Akadça kamunu ve hatta Sümerler gamun... Kelime kullanımı ne kadar eskiyse baharatın yaşını ona göre anlayabilirsin. Yoksa insan, kullanmadığı şeye niye isim versin. Cismi, mutlaka bağlarız böylece bir isme. Kamyon ile kimyon! Aradaki bir harf ne çok şeyi değiştiriyor.

***
İkinci Dünya Savaşı’nın, hayatları paramparça ederek sürüp gittiği, Nazilerin Londra’ya bomba yağdırdığı günlerde, devletle içli dışlı olmayı pek seven George Orwell, BBC’de radyo programı yapmakta. Konuşması sırasında Hitler’den ve beyefendinin pek meşhur, hatta gayet saçma kitabı Mein Kampf (Kavgam)’dan alıntı geçiyor. Bu durumda BBC’nin Hitler’e telif ödeme zorunluluğu doğar (Hitler de olsa, telif hakkı vardır). Ancak iki ülke savaş halinde olduğundan ilişkiler durdurulmuş. Eh, savaş mı önemli telif mi? Fakat yine de yol bulunuyor. O halde bile yazar hakkı, Norveç üzerinden bu kanlı Alman beyefendiye ödeniyor.

***
Adamı kiraz yapsak da Napolyon’un pek bayıldığım bir sözü var, bir dergide görüp almışım deftere. Ben de böyleyimdir, köşemin adı gibi, bulup saklar, biriktiririm; Herkes Yalnız’ı boşa yazmadım. Şöyle diyor ünlü komutan, tartışma götürmeyen bir hakikattir: “Kelimelerin girebildiği yerde silah patlatmaya lüzum yoktur.” Napolyon’un nükteleri çoktur. Küçüklüğünde, okul arkadaşları beyefendiyle boyu yüzünden dalga geçmekteler: “Koçum aslanım, seni büyüyünce savaşa çağırsalar, sen bu boyla atına binene kadar savaş biter,” tarzında şakacılıklar... Napolyon, bunu söyleyen arkadaşına dönüp sertçe bakarak cevap veriyor: “Merak etme, ben savaş çıktığında ata binmeyeceğim; ben ata bindiğimde savaş çıkmış olacak.”
Bu beye takanlardan biri de Suç ve Ceza’nın ölümsüz anti-kahramanı Raskolnikov’dur. Ona göre insanlar ikiye ayrılır: Napolyonlar ve böcekler. Napolyonlar sıra dışıdır ve böceklerin uyması gereken kanunlardan muaftır. Raskolnikov da Napolyonlardan olduğu için bir böcek öldürmek, on bin böceği kurtaracaksa o kadar sorun edilmemelidir. Böylece Radoçka’mız, yaşlı tefeci teyzeyi öldürür. Eh, Suç ve Ceza’yı, Dostoyevski’ye hiçbir telif borcu olmayan Hitler’in de okuduğu varsayılırsa yaptığı büyük katliam açıklığa kavuşabilir. Bu roman yüzünden yaptı demiyorum; roman, düşünce sistemini etkilemiş olabilir diyorum. Üstelik Radoçka’nın hesaba katmadığı bir şey vardı: Vicdan... Hem bir de Sonya vardı. Hitler’de bunların da olmadığını düşün!

***

Okumak, harfleri tanıyarak o sihirli sembollerden oluşan dil birimlerini birleştirip anlamak, bu birimleri yazı denen duvarın içinde ayırt etmektir. Bu fiilin kullanım şekilleri var, bakalım biraz. Emin Özdemir hocamın kitabından aktarıyorum bunları. En basitini söyledik, yazılı metnin içeriğini fark etmek: Kitap okumak yani. Sonra Fransızca okumak, eski yazı okumak deriz mesela. İki katmanlı bir sökme işlemi var burada. Yazılı metni birilerine sesle iletmek. Şevket Süreyya cümle içinde kullanmış: “Bu ayak sesleriyle bu sıra sıra mezarlar arasında bu emri okumak kabil değildi. Az sonra ilk silahlar patladı.”

Ayrıca okumak, bir yazarın eserlerini de okumaktır. Ataç şöyle kullanıyor: “Ancak onlar da Baki’den bu yana gelmiş ozanlarımızı okuyorlar”. Nezihe Araz şöyle diyor: “Meşhur Acem şairi Şevket’i bilhassa çok okuyordu.” Ben bu aralar Dostoyevski okuyorum mesela.

Okumak, bir şarkı veya türküyü kuralına uygun olarak söylemektir. Tanpınar’a bak: “Saat on birde gazinoda iş bitiyordu. O gelir gelmez şöhretini yapan şarkıları okuyacaktı.” Ezbere söylemeye de okumak denir: Ezan okumak, namazda dua okumak. Teşbih de yapılabilir, bir şeyin anlamını çözmek mesela: Şifre okumak. Mecazları var; bazı belirtilerden hareket ederek gizli duyguları kavramak: Bunu, hepsinin gözlerinde ayrı ayrı okumak mümkün, diye yazmış Yakup Kadri Bey unutulmuş bir romanında. Birinin düşüncelerini okumak gibi düşün... Sonra, çok eski, Şaman bir durum: İyileşmesi için bir hastaya nefes etmek var. Reşat Nuri şöyle diyor: “Dediği gibi beni okur okumaz başımın ağrısı geçti.” Okuyup üflemek...
Sonra halk dilinde meydan okumak var, davet etmek, kavgaya çağırmak. Argoda söylemek var: Karakolda tüm bildiklerini okudu gibi. Öttü derler ya! Okutmak var, bir şeyi satıp pazarlamak yani... Öğrenim görmek var: “Ben okumak istiyorum” deyince Elif Şafak’ın berbat kitaplarından bahsetmiyor kahramanımız. Orhan Kemal kullansın cümle içinde: “Beni buralara getirdiniz, cahil bırakacaksınız. Okumak istiyorum ben, okumak!” Canına okumak, lanet okumak, masal okumak, maval okumak, rahmet okumak. Hep okumak, daima okumak...
Okuyalım diye, bugün 13:00’da, Karşıyaka’da, Halid Ziya Bey’i ve ölümsüz eseri Aşk-ı Memnu’yu anlatacağım. Bilgi için 0542 495 35 96.