Kara Defterden

* Henry Gwyn Jeffreys Moseley derler bir adam var. 10 Ağustos 1915 yılında ölüyor. Beyefendinin Moseley Kanunları adıyla yaptığı birtakım araştırmalar... Buna göre yüksek enerjili katot ışınlarını bir hedefe odaklayınca oluşan x ışınlarını çeşitli dalga boylarındaki bileşenlere ayırıyor, böylece elde edilen çizgi spektrumlarını fotoğrafik olarak kaydediyor. Hedef olarak değişik elementler kullanıldığında değişik x ışınları spektrumları elde ediyor ve atom numaraları 13 ile 79 arasında 38 elementin spektrumunu inceliyor, her biri için o elemente karşılık gelen karakteristik spektrum çizgisini kullanarak elementin atom numarasıyla çizgi frekansının kare kökü arasında doğrusal ilişkiler buluyor. Ne yaptığını kimya bilimiyle yakından uğraşmayanların anlaması kolay değil tabii ama adam daha ne yapsın demek de mümkün. Baksana: Birinci Dünya Savaşı patlak verince Oxford’taki araştırmalarını bırakıyor, kalkıp kraliyet mühendisi olarak İngiliz Ordusu’na katılıyor; 1915’te de başkasının memleketini işgal etmek üzere Gelibolu’ya tayin ediliyor. Mosley, savaşta atom falan bulmak zor iş olduğundan cephe telekomünikasyon sorumlusudur, bir gün telefonda emir alırken bizim keskin nişancılardan biri tarafından kafasından vurularak öldürülmüştür. Uzmanlar, Moseley'in 1916'da Nobel Fizik Ödülü'nü kazanabileceğini iddia eder. Hatta bu olay üzerine İngiliz ordusu askere alma politikasını da değiştirmiştir. Hepsini biliyoruz. Bilemediğimiz bir şey var, o da ülkesini bilimci Moseley’den koruyan yoksul halk çocuğunun adı.

* Anlaşılmayınca sus. Aynı yöntemi sürekli denemek doğru değil, olmuyorsa başka şey dene. Konuştuğunda anlaşılacağına dair garanti veremez kimse, kesinlik yok. Eskiler ne der hatırla, “biliyorsan konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus, bir şey sansınlar...” Bazen susmak da gerek. Erdemdir arada susabilmek. Sessizliği seçmek de sanat. Susmak yakınlık sınavı. Sevgiliyle sessiz sedasız, hiç konuşmadan yenilen yemek. Hiç konuşmadan bir günü bitirmek. Her şeyi bilenlerden uzak. Örtülmüş battaniye gibi sessiz. Biriyle yan yana, uzunca susabiliyorsa insan ne büyük nimet... Ne diyordu bir şiirinde Korkmazgil: “Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz.”

Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş’ta şöyle diyor Kierkegaard: “Zira konuşma, elbette ki insanı hayvana ve eğer öyle istemiyorsa pekala tamam, zambağa da üstün kılar ama konuşabilmek bir meziyettir diye, bundan, susabilmenin bir hüner olmadığı veya basit bir hüner olması icap ettiği sonucu çıkmaz. Aksine, tam da insan konuşabiliyor diye, tam da bunun içindir ki susabilmek bir hünerdir ve insandaki bu meziyet onu o kadar rahat ayartabildiği için de susabilmek büyük bir hünerdir. Velakin insan bunu suskun akıl hocalarından: zambaktan ve kuştan öğrenebilir.”

* Şiirlerini çoğunluk ayakta yazan Rilke (Hemingway da ayakta yazanlardandır) anılara sonsuza dek sadıktı ama insanlara belki de hiç sadık kalmadı, öyle diyordu bir yerde. 1875’te Prag’da doğdu, Kafka’nın hemşerisidir. Pek sevdiğim hikâyeci Raymond Carver’ın ölümünden sonra, eşi Tess Gallagher’ın anlattığına göre kadın, yazarın bir arkadaşıyla mezarın başında Rilke’nin şu dizesini mırıldanmış; şiir de bazen dua: “Ve artık o her yerdeydi, akşam saati gibi.” Canım ciğerim Salinger da Rilke’nin büyük hayranlarından. En sürprizli hikâyesinde, kahramanımız karısına Rilke okumasını önerir. Hatta Rilke okuması için Almanca öğrenmesini ister. Kadının o taraklarda bezi yoktur oysa. Adam da... Neyse anlatmayayım burada.

Zweig Londra'da verdiği bir konferansta katıksız şair Rilke için şöyle der: “Zamanımızda katıksız şaire artık ender rastlanıyor, ama belki ondan daha az rastlanan bütün bir yaşamın salt şiirsel bir varoluşa dönüşmesidir. Böyle bir uyumun bir insanın kişiliğinde örnek biçimde gerçekleştiğini görebilme mutluluğuna erişene düşen, hem kendi kuşağına hem de belki bir sonraki kuşağa bu manevi mucizenin tanıklığını yapmaktır...”

Rodin'in defterlerini de tutan Rilke, sanat çocuktur demişti; “çünkü sanat, dünyanın olduğunu bilmemek ve yerine yenisini yapmaktır.” Sanatı böyle görmüştür. Çok küçükken ablası öldüğünden olacak, annesi tarafından sürekli ablasının kıyafetleri giydirilmiş ve kendisine kız gibi davranılmıştır. Ölen çocuğun eksikliğini kapatmaya çabalayan annesini hiç sevmemiştir bu yüzden şair. Ben sevemem çünkü annemi sevmedim, der bir yerde de. Gel gör ki Lou Salome'yi sevmiş, bu tekinsiz kadına âşık olmuştur. Bu Salome’ye âşık olmayan bir adam daha gösteremezsin zaten. Freud’un Salome ilgisini de yazmak lazım bir ara, hatta Nietzsche’nin de.

Freud, psiko-terapi işine girmeyi önerince şair Salome tarafından Rusya'ya kaçırılmıştır. Sanat üzerine muhteşem notları vardır şairin. Empresyonizm için mesela, ışık dize getirilmiştir diyor. Şiir gibi yaşamış şiir gibi ölmüştür Rilke. Anlatayım ölümünü de: Bir gün, Muzot kentinde, bir dostunun şatosunda kalırken Madame Eloui adında (Türk asıllı biriyle evli olması muhtemel) şiirlerine tutkun, güzel bir Mısırlı hanımefendi geliyor ozanı görmeye. Rilke seviniyor, tuhaf adam işte. Kadıncağıza gül toplamak için şatonun bahçesine iniyor. Gülleri derlerken diken batıyor eline. Ağrı artınca hekime görünüyor. İlerlemiş durumda kan kanseri olduğu anlaşılıyor üstadın. İki ay sonra da ölüyor. Mezarında, kendisinin özellikle hazırladığı şu mısralar yazar: “Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında / Hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci.”

Yaşam her zaman haklıdır demişti değil mi Rilke; “şimdi bu kadar solmuş durması, vaktiyle pırıl pırıl oluşundan mı?”