Kariye Camisi, Müzesi, Kilisesi - 1

Milli mücadeleyi bozkurt destanı olarak gören Yakup Kadri Bey, 12 Kasım 1920’de, İkdam Gazetesi’nde Her Şeye Rağmen başlıklı bir yazı yazar. Burada İstanbul’un kimi semtlerinin “bizimle” artık ilgisi kalmadığını anlatır. Oralarda kendimizi sanki bir İtalyan beldesinde ya da yedi milletle dolu bir kervansarayda sıkıntı içinde bulmaktayızdır. “Sakin ve mütevazı İstanbul’un karşısına çirkin, farfara ve gürültücü Beyoğlu” gelmiştir diye sürdürür yazıyı. O Beyoğlu ki “eski ve türedi birçok milletlerin bayraklarıyle donanıyor ve geceleri Türk’ün havsalasına sığmayacak birtakım dans havalarında nesli belli değil bir çingene kadını gibi teller, pullar, zillerle raks” etmektedir. Tabii yazının tarihine dikkat edelim, imparatorluk çökmek üzere, İstanbul işgal altında. Üstat, yazısını Galata’ya inip sürdürür, küçücük bir cami görür. Ama yazık, bu halılarda bizim ayaklarımız gezmiyordur artık. Cami önündeki simitçi bile Lehli fahişelerin parasıyla geçiniyordur.

Yakup Kadri, göremeyecek olsa bile Taksim’de, hem de o kocaman kilisenin karşısına bir cami açılıyor yakında. Görse beğenir miydi acaba üstat, “işte bak, bu tam bizden bir şey” der miydi bilemiyorum. Halide Edip Hanım’ın romanlarında, namazını bitirip Carmen çalan kahramanlar var, zira o devrin insanları Osmanlı estetiğinin en üst düzey temsilcileriydi bir bakıma. Şimdi açık konuşacağım, genelde de öyle yaparım: Beni hiçbir cami rahatsız etmez. Bir dinim de yok ayrıca. Ama bu coğrafyanın geleneğini kalbimde bir yerde taşırım hep. Arabada bile seyir halinde radyoda falan dinleyenlerden değilsem bile saladan, Kur’an’dan rahatsız olmadım, olmam. Dur, unutmadan! Taksim Camisi deyince, Vahdettin’in Gezi Parkı içinde bulunan eski kışlada, Fransızlara sattığı camiden söz etmiyorum. Bu, yeni Taksim Camisi. Benim için önemli olan tek şey, AKP’nin bu ve benzeri projelerindeki hoyrat estetiğidir. İnsana, hadi ben Sinan’ın torunuyum da acaba bunları yapanlar kim dedirten, eski deyişle bediiyat meselesi AKP’nin en büyük eksiğidir. Son örneğini kadim Hasankeyf’i Esenler Otogarı’na dönüştüren berbat yapılanmada gördük.

Aslında bu konuları hiç sevmez fakir. Yeni cami, kilise yapılan cami, kilisesiz cami, dönüştürülmüş kilise, dönüştürülememiş cami! Yüz yıllık İslamcı politikanın en büyük kazanç kapısıdır. Sen oraya ihtiyaç olsun olmasın, dikersin; senin kadar hoyrat olan öteki taraf da biz onu orada istemeyiz der. Sen de rahatlıkla “hah, bak işte camiye karşı bunlar” dersin. Günlerce konuşulup durulur; arada dolar 7,40 olur, yeni zamlar gelir, pandemi alır başını gider; sen minare konuşursun...

Doğalgaz müjdesine sevinelim derken, yine böyle bir kilise-cami konusu kaynadı arada. Kariye’ye değinmek isterim. Osmanlı cami mimarisi ile Bizans mabet mimarisi arasındaki temel benzerliklerden hiç söz etmeyeceğim. Ama arada sessiz sedasız muazzam bir Bizans eseri olan Kariye Müzesi de camiye dönüştürüldü. Ayasofya’nın dönüştürülüşü kadar da ses getirmedi. Malum 30 Ağustos bugün, o da yasaklandı deniliyor, oysa yasaklanmadı, sadece bir Ayasofya açılışı kadar kalabalık olunmasın, pandemi var, denildi. Artık böyle günlerde kimsenin kulağı, bacağı da ağrımıyor ama bilemem. Üstelik Ayasofya’da sorunsuz bir dönüşüm sergilendi, mekânın dokusu da bozulmadı, ne güzel. Emeği geçenlere teşekkürler. 2007 yılı rakamına göre İstanbul’un müze gelirlerinin yüzde kırkını Ayasofya karşılıyordu, turizmden oraya büyük para akıyordu ama olsun, doğalgazımızı da aldık, para bu kez oradan gelir. Hiçbir şekilde özelleştirileceğine, birilerine satılacağına falan inanmıyorum ben. Tabii ki yıllardır yapıldığı üzere hep halkımızın yararına kullanılacaktır!

Peki Kariye’den ne istedik? Önce neymiş ona bakalım sonra anlatalım. Edirnekapı'da bir semt, bu semtte de bir mekân. Bu mekân, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde Khora Manastırı'nın merkezi ve İsa’ya adanmış bir kilisedir. Bu kilise surların ve merkezin (eski İstanbul’un merkezi Sultanahmet’ti, Taksim değil) biraz dışında olduğundan buraya Yunancada kent dışı, kırsal alan anlamına gelen khora adı verilmiştir. Kariye, Türkçesidir (a, kısa okunmalı). İslam Ansiklopedisi bu görüşleri inandırıcı bulmamış ama neden öyle olduğunu belirtmiyor. Oysa Karya kelimesi, İslam’ın da çekirdeğini kuşatan Arapçanın en eski hali Aramiceden beri hep köy anlamında.

Aşağı yukarı 1400 yaşındaki yapı, İstanbul’un fethine kadar bu tarz her yapıda olduğu gibi çeşitli onarımlardan, tadilatlardan, yıkım ve inşalardan geçiyor. 1453’ten sonra özellikle 2. Bayezid döneminde camiye dönüştürülüyor. Bu dönüşümden sonra çok sevdiğim İslam Ansiklopedisi yine unutmuş olacak yazmayı, “bizimkiler” mozaik ve fresklerin üzerini “zarifçe” tahta ve sıvalarla kapatıyor. 1948 - 1958 arasında Amerikan Bizans Enstitüsü'nün yaptığı çalışmalar sonunda tüm eserler ortaya çıkarılıp mekân ruhuna daha uygun olduğu için müze olarak ziyarete açılıyor.

Usta Bedri Rahmi ses versin, 10 Aralık 1956’da yazdığı yazı, İstanbul’un böyle gizli gizli yerlerinde saklanıp sonsuza dek susmuş renklerini anlatıyor: “Ah! Şu işin zanaat tarafını durmadan küçümseyen küçük baylar yok mu? Hani hep şu büyük harfle yazılmış̧ büyük sanat lafı edenler! Onlara hiç durmadan camiler dolusu harika çinileri, Ayasofyalar, Kariyeler dolusu mozaikleri, kiliseler, manastırlar dolusu renkli cam işlerini, duvar resimlerini göstermeli: Bak, demeli. Bunları işleyen ellerin hiçbirisinin adı sanı yok. Ama Allah rızası için adı sanı olanlardan kaç̧ tanesinde bunlardaki kadar renk ve biçim bilgisi var?”

Haftaya devam!