Kasım sabahı öyküsü

Sabah babasıyla kasaba çarşısında yürürken siren seslerini duydu ve korkuyla sıçradı.

Siren sesi Almanya'da da duyulurdu ama burada daha fazlaydı. Yakından, uzaktan, her yerden geliyordu.

Sonra etraftaki bazı insanlar oldukları yerde kalakaldılar. Hiçbiri hareket etmedi.

Kimi önüne, kimi göğe, kimi de meydandaki heykele bakıyordu. Yüzlerinde gurur vardı.

Babası onlara bakıp söylendi. "Yine başladı Allah'sız kitapsızlar. Tövbe tövbe..."

"Biz de duralım mı baba?"

"Yürü! Bacağını kırarım senin!"

Kolundan tutulup sürüklenmeye başlayınca, nedense utandığını hissetti. "Ne olur biz de duralım!" diye ağlamaya başladı. "Onlar duruyor biz de duralım!"

Babası onu az ilerideki kuytuya çekti. Bastı tokadı. Yanağının acısından olmazsa belki şaşkınlıktan susar diye.

Sonra heykeli gösterip başladı anlatmaya. "Bak kızım, bunun adı Beton Mustafa. Deccalın ta kendisidir. Tek gözü de kördür. Sen sen ol ondan ve ona tapanlardan Allah'a sığın!"

"Buralar bildiğim yerlere benzemiyor baba..." diye cevapladı. "Ben Almanya'ya dönmek istiyorum!"

"Almanya artık yok. Almanya'yı unut! Artık senin yerin yurdun Allah'ın izniyle burası!"

Bu o kadar fena, öyle can yakıcı bir sözdü ki, cevap verilemezdi. Susup önüne baktı.

Aynı anda sirenler de sustu, yürümeye devam ettiler. Daha doğrusu, babası devam etti sürüklemeye.

Meydanın az ilerisinden saptılar. Sokağın sonundaki iki katlı evlerden birinin kapısını çaldılar. Çarşaflı bir kadın açtı. Buz mavisi gözlerle baktı.

"Buyrun, yukarıda sizi bekliyor..." dedi.

Bekliyordu sahiden. Başında takke, elinde tespih, gözlerinde karanlık bir ifade...

"Kaç yaşındasın?"

"On..."

"Maşallah. Maşallah." dedi, onu baştan aşağı süzüp. "İnşallah Aralığa kalmaz kıyarız nikâhı. İmama haber verelim. Hiç vakit kaybetmeyelim..."

Sonra babasıyla para konuşmaya başladılar. İkisi de konuşuyordu durmadan.

O ise durmak istiyordu. Gelirken gördüğü insanlar gibi, o heykelin karşısında durmak. Oradan hiç ayrılmamak... Mümkünse sonsuza dek.