Kendi sesinde yolcu

“Heyecanlı olmaktan korkmayın,

bundan ölmezsiniz…”

John Osborne

Öyledir zaman. Bir bakarsınız gün dönmüş, rüzgâr başka yönden esiyordur. Sizi çekeleyen görüntüler, sözler artık ötelerde kalmıştır.

Unutulan ne varsa, bellek havuzlarında saklı. Şimdi hatırlama zamanı mı, diye de soruyorsundur kendine.

“Yağma” bir dönemin adıydı.

Şimdi bunun tüm kapılarını kapatıyor rüzgâr. İsteseniz de kirli elleriniz, hoyrat bakışlarınızla erişemezsiniz oralara.

Kuş sesleri göğün yedi renginde dalga dalga. Nehirler arınıyor, denizler kendi rengine dönüyor, nefessiz kalan ağaçlar, börtü böcek canlanıveriyor birden.

Elim yavaşça bir kitabın sayfaları arasında geziniyor. Duruyorum bir yerde. “Ben anlatılan bu doğayı tanıyorum” diyorum içimden.

Anlatıcının o dil ezgisine veriyorum kendimi:

“Ta uzakta, güneyde, Akdenizin üstünde kabarmış apak bulutlar birbiri üstüne yığışarak göğe yükselirken garbi yeli de başlardı. Serin, nemli, azıcık da deniz kokulu bir yeldi bu. Önce ikindi üstü usuldan başlar, sonra gittikçe hızlanan yel yolları tozutur, sonra da toz direklerini önüne katarak alır buralara getirir, buralardan da daha ötelere yatık, kısım kısım ala karlı, önce mosmor, tabaka tabaka birbirine yaslanmış, sonra daha açık mor, sonra mavi, arkasından daha açık mavi, sonra bulut rengi, sonra gökyüzünün mavisine karışmış gitmiş, uzaklarda silinip belli belirsiz bir tül gibi sallanan Binboğa dağlarına alır götürürdü.” (s.25, Kimsecik:1, Yaşar Kemal,1981)

Çağrısı olan sözün yolcusu olmak zenginleştiricidir her zaman. John Osborne, “Öfke” oyununda kahramanına şunu söyletiyordu;

“Heyecanlı olmaktan korkmayın, bundan ölmezsiniz!”

Yüzünüzü sizi heyecan veren bir şeye dönün. Göreceksiniz içinizde başkalaşma yolculuğunun kandili yanmaya başlayacaktır.

Ve hayatınızdaki herhangi bir şey size heyecan vermiyorsa, uzaklaşın bundan, size eşlik etmesine, hatta “içinize gelip alçı dökmesine” izin vermeyin.

Bir zamane sözüdür, bilirsiniz belki de; “Yorulduğunuz yerde hancı olayım!” Hayır!

Aldırmayın sözlerin böylelerini edenlere de. Kendi patikanızı kendiniz açın. Varsın pıtraklar ellerinizi kanatsın, dikenler üstünüzü başınızı paralasın... Dönüp baktığınızda ardınıza derin bir nefes alırsınız, gideceğiniz kadar döneceğiniz yolun taşlarını kendiniz döşediğiniz için.

Sonra bir sese, bir ezgiye verin kendinizi.

Şunu dinleyin örneğin:

Bach / Marcello Adagio - Concerto in D minor

Ya da şu ezgiler gelip çalsın kapınızı:

Erkan Oğur & İsmail Hakkı Demircioğlu, Sen Benden Gittin Gideli

Sonra dinlediğim bir başka ezginin (Igor Stravinsky’nin “Petronchka Danse Russe”) etkisiyle, okuduğum “Nijinsky’nin Günlüğü”ndeki şu satırlara dönüyorum:

“.... Stravinsky yaşamına bir anlam katmayı başaramıyor ve bana hiç iyi davranmıyor. Igor kendisinin yoluna çıkacağımı düşünüyor. Onun aradığı şey zenginlik ve ün; benim hiç dert etmediğim şeyler bunlar. Igor Stravinsky, yaşam üstüne derinlemesine hiç düşünmemiş büyük bir besteci. Ahlaksal bir amaç gütmeyen sanatçıların yapıtlarını sevmem ve onunkilerin hiçbir hedefi yok.”

Ona dair yazdıkları müziğine bakışımı etkiliyor mu, bunu soruyordum kendime.

Tıpkı Van Gogh’un hayatıyla, düşünceleriyle resimleri arasında gidip gelmem gibi... Gene de o, onca ezince rağmen, her bir rengi/ışığı/çizgisi, düşüncesi ve düşüyle insana umut vermeyi biliyordu bence: Belki de o yüzden, ilk gençlik dönemimden beri resimleri ve mektupları arasında gezinip durmam:

“Biliyor musun, insana asıl yürek veren, insanın duygu ve düşünceleriyle tek başına koşmaması, bir grupla güç ve işbirliği halinde çalışmasıdır.

Öyle olunca, insan daha çok iş başarır ve çok daha mutlu olur. İşte aramızda böyle bir şey olmasını çoktan istiyorum ve diyorum, yalnız kalırsan canın sıkılır, çünkü pek iç açıcı değil çağımız, meğer ki insan mutluluğu yalnız çalışmada arayıp bulsun.” (1886, Theo’ya Mektuplar)