Kılıçdaroğlu’nun ‘devletçiliği’

Devletçiliğin özgün biçimde yeniden tanımlanması öylesine doğru ki, hiçbir anlam ifade etmiyor. Kılıçdaroğlu 'devletçiliği sosyal devletçilik olarak ele almalıyız' diyor. Yazısının her yerine sınıflar üstü bir devlet kavrayışı sinmiş durumda. Kemal Tahir’in “kerim devlet”i de böylesi bir sınıflar üstü kavrayışa sahipti. Oysa sosyal refah devleti, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir ‘modus vivendi’ (geçici uzlaşma) olarak hayata geçirilmişti. Burjuvaziyi klasik liberalizmin emeğe karşı “vahşi” tutumdan uzaklaştıran şey, 1917’de Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelmesi olmuştu. Çünkü artık sosyalizm, Marks adında bir düşünürün düşünceleri olmaktan çıkmış, devlet pratiğine dönüşmüştü. Bu durum dünyanın batıda işçi sınıfına, doğuda emperyalizmin ezdiği mazlum milletlere büyük bir moral oluşturuyordu. 1929 krizi karşısında eskiden olduğu gibi işsiz ve aç kalan işçilere mitralyözle karşılık vermek, onları daha da radikalleştirmekten başka sonuç vermeyecekti. Artık kapitalist ve emperyalist sömürüden nihai olarak kurtulabileceklerine ve bunun yoluna dair bir kavrayış gelişmekteydi. Bu nedenle ABD’de başkan Roosevelt New Deal (yeni sözleşme) ile ekonomi başdanışmanı John Maynard Keynes’in söylediklerine kulak vermeyi tercih etti. Keynesyen ekonomi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal refah devletine dönüşerek bütün batı sistemini biçimlendirdi.

Sosyal devlet politikalarına yol açan tek neden sosyalizmin dünya ölçeğindeki varlığı değildi. Batılı ülkelerin kendi içlerinde de sosyalistler İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerinin uğradığı faşist işgale karşı en militan yeraltı direnişlerini örgütlemişlerdi. Bu nedenle savaştan sonraki seçimlere sosyalizmin genel saygınlığının yanına milli direniş konusundaki itibarı da eklemiş ve seçimlerde ciddi oy oranlarına ulaşmışlardı. Batılı ülkelerde burjuvazi işçi sınıfını komünist partilere kaptırmamak ve kapitalizmi yaşatabilmek için, istese de istemese de kazandıklarını işçi sınıfı ile paylaşmak zorunda kaldı. Böylece işçi sınıfını da kapitalizmin yedeğine bağlayarak denetim altına almak mümkün olabilecekti. Bu rol sosyal demokratlar tarafından üstlenildi.

SOSYAL DEMOKRASİNİN SOL SINIRI

Sosyal demokratlar 1950’lerden 80’lerin ortalarına kadar oldukça sol/sosyalizan bir eşitlikçilik siyaseti izlediler. Fakat batılı ülkelerde işçi sınıfı refahtan pay aldıkça komünist partilerden yüz çevirdi. Seçmen destekleri gerileyen komünist partiler 70’lere gelindiğinde reformculuğa doğru dümen kırdılar ve Avrupa komünizmi (eurocommunism) dedikleri bir tutumu ilan ettiler. Batı burjuvazisi açısından artık korkacak bir şey kalmamıştı. Geçici uzlaşma feshedildi ve emekçileri koruyan haklara karşı klasik liberal tezlere geri dönüldü. Buna yeni(den) liberalizm (neoliberalizm) denildi. 1980’lerin sonlarında SSCB’nin dağılmasıyla, neoliberal saldırı küresel bir hal aldı.

Bu dönem boyunca sosyal demokratların sosyal devletten yana solculuklarının sınırı içeride komünist partilerin kitle desteği, dışarıda SSCB’nin kapitalizme karşı seçenek olduğu düşüncesinin hayatiyeti ile çizildi. Her iki seçeneğin de kuvvet kaybetmesi, sosyal demokratların sol sınırını belirsizleştirdi ve yeni sağın ideolojik saldırısı karşısında gardlarını düşürdü. 1980’ler boyunca yeni sağdan dayak yiyen sosyal demokratlar sonunda havlu attılar ve liberalizmin haklılığını teslim ettiler.

Tony Blair’in danışmanlarından Anthony Giddens, 1990’larda sağ karşısında kriz yaşayan sosyal demokratlar için Üçüncü Yol adıyla bilinen bir yeni sosyal demokrasi formülü üretti. Giddens’a göre “eski sosyal demokrasi” fazla solcuydu ve eşitlikçilik işini fazla abartmıştı. Oysa neoliberallerin haklı olduğu noktalar vardı. Bunların başında hak eden-etmeyen ayrımı yapmak gerektiği geliyordu. Sosyalistlerin etkisiyle işçi haklarını fazla korumak, işçilerin yozlaşmasına, iş ahlakının bozulmasına neden oluyordu. Sosyal ödemeleri ve kaynak dağıtımını hak ediş ölçütleri üzerinden yeniden tanımlamak gerekiyordu.

DEVLETÇİLİĞİ YENİDEN TANIMLAMAK

Görüldüğü gibi devletçilik adı altında formüle edilen kamuculuk –tıpkı o ülkenin gündemindeki diğer kavramlar, ilkeler ve tartışma başlıklarının içerikleri gibi- her dönem yeniden formüle edilir. Siyasi rakiplerin arasındaki güç dengeleri, toplumsal destek düzeyleri, ideolojik mücadeledeki üstünlükler, örgütsel yetenekler, liderlik faktörü vb. bir dizi değişken, siyasi rakipler arasında dinamik bir ortam yaratır. Böylece Atatürk döneminde emperyalizm karşısında liberal yoldan, eşit rekabet koşullarında kalkınmanın imkânsız olduğu gerçeğinden hareketle tam bağımsızlığın tamamlayıcı ilkesi olarak işlev gören devletçilik, 1970’lerde güncellenir. Dönemin ulusal ve uluslararası konjonktüründe sosyal demokratların elinde devletçilik geçici uzlaşmayı yansıtan bir hale dönüşür. Sosyal demokratların yeni sağ karşısında nal topladığı ve kendilerini onların ürettiği argümanlar üzerinden yeniden kurmaya yöneldikleri 2000’li yıllarda ise devletçilik yeniden güncellenir. Bu kez ne tam bağımsızlığın ekonomik ayağı ile ilişkilidir ne de sınıflar arasındaki dengeyi kurmakla. Kılıçdaroğlu’nun vizyonunda görüldüğü gibi bu kez sosyal adaletsizliklere merhem olan, sosyal patlama riskini minimalize etmeye yarayan ‘soft’ bir devlet vardır karşımızda. Üstelik Atatürk’ün “kimsesizlerin kimsesi” demagojisi eşliğinde sunulur bu güncelleme.

Oysa özel sektör ile eşgüdümlü, planlı karma ekonomi sayesinde ulusal kalkınmayı liberalizmin insafına terketmeme ya da güçlü bir orta sınıf yaratacak şekilde sınıflar arasında denge yaratma denilebilecek türden devletçilikler bir yana, en dezavantajlı gruplara sosyal yardım, sosyal güvence vb. oluşturan politika, neoliberalizmin en kararlı ideoloğu olan Frederick Von Hayek’in bile gerekli bulduğu bir şeydi. Yani tarihten öğrendikleri derslerle, o kadarcık ‘devletçilik’ yapmazlarsa, kitlelerin ayaklanışı karşısında ellerinde hiçbir şey kalmayabileceğini liberaller de biliyor. Nitekim ABD’de kapitalizmin bütün acımasız yapısının yanı sıra öyle bazı “sosyal devlet” uygulamaları var ki, duysanız şaşarsınız.

SONUÇ

Her hâlükârda sosyal devlet yapmak, bir kaynak işidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası işçilerin hayat kalitesini yükselten sosyal devlet için gereken kaynaklar, sermayedarların çok yüksek oranda vergilendirilmesi ile sağlanmıştı. Bugün Türkiye’de son kırk yılın sermaye birikim modeli olan borçlanma ekonomisinin bir sonucu olarak, en büyük kaynakları rantiye kesimi kontrol ediyor. Öyle ki, sanayicilik yapmak ‘enayilik’ olarak görülüyor. Kılıçdaroğlu, eğer toplumsal sınıflar arasında denge ve adalet gözeterek, tabakalaşma yapısına müdahale eden bir gelir dağılımı adaletinden bahsediyorsa, hangi kesime nasıl bir vergi yükü bindireceğini, kaynakları bu şekilde bulmayacaksa nasıl bulacağını söylemesi gerekirdi. Ama gerekmiyor çünkü hedef o değil. Bu nedenle doğrudan devlet işletmeciliğinin gerekli olmayabileceği ifadesi ve özel sektöre sorumluluk hatırlatma, üçüncü yolcu sosyal liberal devlet yardımı anlayışının yansımaları olarak görülebilir. Kılıçdaroğlu’nun devletçiliği “eski sosyal demokrasiye” dönmeyi önermiyor. Çünkü yazısında ne o sınıfsal dengelere atıf var ne de sosyal demokratların 90’lardaki özeleştirisinin yanlış olduğuna dair bir emare. O halde “yeni sosyal demokrasi”nin sosyal liberalizm sınırları içinde kalan devletçiliği için çok büyük kaynaklar yaratmaya gerek olmayacak. Burası önemli çünkü çoğu sosyal demokrat seçmen, hala ya Atatürk döneminin tam bağımsızlığa ve kalkınmaya hizmet eden kamuculuğu ya da 1980’ler öncesindeki sosyalizan sosyal demokrasinin nostaljik hayali ile yaşıyor. Bu kesimleri sosyal liberalizmin merhem olarak devletçiliğine ikna edebilmek için yazıların veya konuşmaların arasına birkaç Atatürk serpiştirmek her zaman işe yaramıştır.