Kılıçdaroğlu’nun videosundaki kitap
Dil, bir ulusun yaşamında, var oluşunda çok önemlidir; bilimin, bilginin, kültürün hem aracı, hem taşıyıcısıdır. Bireyler arasındaki en güçlü bağdır, ulusun, devletin çimentosudur. Bu gerçeği gören belki de ilk devlet adamımızdır Atatürk.
Atatürk vasiyetinde mal varlığının önemli bir bölümünü bu işler için ayırdı. Türk Dil Kurumu (TDK)’yi kurdu, cebinden para vererek bu kuruma destek oldu.
En büyük derdi Türkçenin gerçek zenginliğinin ortaya çıkmasıydı. Dilimizin çok ihmal edildiğini, baskıya uğradığını, sahiplenilmediğini biliyordu. TDK kurulduktan sonra 10 ciltlik Derleme Sözlüğü, 8 ciltlik Tarama Sözlüğü uzun yılların emeğiyle yayınlandı. Türkçe sözlükler hızla büyüdü, ölçünlü dilin sözlükleri bu gün sekiz on cildi bulabiliyor. Diğer sözlükleri de eklediğinizde muazzam bir sözvarlığı ortaya çıkıyor. 1920’li yıllarda Türkçenin sözvarlığı 20 bin civarındayken, bu gün 200 binden söz edebiliyoruz.
Aslında bu yazımda Türkçenin zenginliğine yetişemeyen, ulaşamayan uzmanlardan, Türkçenin gerisinde kalan sözlüklerden söz edecektim gene. Yaza yaza bitiremediğim bir konudur bu, Saklı Sözlük’ü bunun için yazdım. Sözlüklere girmeyen halk dilinden Türkçe sözcükler sıralayacaktım bu yazımda.
Araya Mahir Ünal Bey girdi.
Sayın Mahir Ünal, doksan yıldan beri çiğnenen sakızı bir daha çiğnedi. Hem de herkesin, “Yaşasın Cumhuriyet!..” diye bağırmaya hazırlandığı günlerde Cumhuriyet karşıtı sözler etti. Beyefendiye çok da kızmıyorum, Cumhuriyet devrimleriyle ilgili yıllardan beri yinelenir bunlar. Neyse ki önce kendi partisinden tepki gördü, görevden alındı. Darısı Atatürk’e “kefere” diyenlere, “Atatürk” sözünden hoşlanmayanlara… Beni asıl üzen muhalefetin iktidarla gericilik yarışına girmesi. Bu yarışın sonu yoktur, bu yarış görüldüğü gibi kendi diline düşmanlığa dek gider.
Mahir Ünal Bey’e söylenecek çok söz var, ama ben sadece kendisine bir kitap önermekle yetineceğim. Çok bilinen bir kitap aslında… Bu kitap okunmadan bence Osmanlıca-Türkçe tartışmalarına girilmez, girilmemeli.
Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları dil tartışmalarında çok önemli bir kaynaktır. Kılıçdaroğlu’nun sosyal medyada yayınlanan bir videosunda masasının üstündeydi bu kitap. Sayın Kılıçdaroğlu kitabın görüntüsünden değil de, içinden yararlansaydı keşke. Mahir Ünal Bey’e sadece bu kitaba dayanarak bir şeyler söylemek istiyorum.
Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları’nda Osmanlıcanın “hastalıklı” bir dil olduğunu açıkça yazıyor, bunu şöyle açıklıyor:
“Başka lisanlar milletlerin payitahtlarına (başkentlerine) ait lisanlardır. Fakat, başka payitahtların hepsinde konuşulan dille yazılan dil aynı şeydir. Demek ki konuşma diliyle yazı dilinin birbirinden başka olması, sırf İstanbul’a mahsus bir haldir. Umum milletlerde bulunmayıp da yalnız bir millette tesadüf edilen bir hal normal olabilir mi? O halde İstanbul’da gördüğümüz bu ikilik, lisanî bir hastalıktır. Her hastalık tedavi edilir.”
Tedavinin yolunu da gösteriyor Gökalp:
“Ya, yazı dilini aynı zamanda konuşma dili haline getirmek yahut konuşma dilini aynı zamanda yazı dili haline koymak. Bu iki şıktan birincisi mümkün değildir; çünkü İstanbul’da yazılan lisan, tabii bir dil değil, Esperanto gibi suni bir dildir. Arapça, Acemce ve Türkçenin kamuslarını, sarflarını, nahivlerini birleştirmekle husule gelen bu Osmanlı Erperantosu nasıl konuşma dili olabilsin?”
Osmanlıcanın altı yüzyıl boyunca konuşma dili haline getirilemediğini söyledikten sonra şöyle devam ediyor:
“O halde yalnız bir şık kalıyor: Konuşma dilini yazarak, yazı dili haline getirmek!”
Dil devriminin özü budur. Yazı dilini konuşma dili üzerine kurmak… İlerleme, gelişme, yükselme varken, terakki, tekâmül demeye; su, güneş, ay varken, ab, hurşit, mah demeye; belirsiz, düşman, kurtuluş, ağız, sessiz varken, ibhamlı, adû, felah, fem, samit demeye gerek yok. Her dil bir halka dayanır, kaynağı halktır; oysa Osmanlıca Gökalp’in deyişiyle yabancı kamuslara (sözlüklere) dayanıyordu, bu yüzden yapaydı ve bu yüzden de ancak altı yüzyıl boyunca yüzde üç dört gibi bir azınlığın dili olabildi.
Ziya Gökalp Osmanlıcayı iyi bilen, iyi kullanan, hem de kendine özgü bir üslup yaratacak denli iyi bilen bir düşünürdü, yazardı. Bakın çok iyi bildiği bu dille felsefe yapılamayacağını, çeviri yapılamayacağını da söylüyor, hem de “hastalıklı” sözünü bir kez daha yineleyerek:
“Halbuki Osmanlıcanın ikinci bir hastalığı da birçok kelimelerinin eksik bulunmasıydı. Türkçülüğün zuhuruna kadar, lisanımızda manalı ve vuzuhlu olarak felsefi bir makale yazılamaması, edebiyatta da muhallidelerden (klasiklerden) hiçbirinin vazıh ve doğru tercümesinin yapılamaması bu eksikliğin canlı delilleridir.”
Osmanlıcanın yetersizliğini bu dili yaşayarak öğrenmiş, bizim gibi dışardan, uzaktan değil, Osmanlıcaya içerden bakan bir düşünür söylüyor.
Şu “ecdat yadigârı” hamaseti de artık bir bitse iyi olur. Fuzuli, Baki, Şeyh Galip gibi klasik Osmanlı şairleri inanın Cumhuriyet döneminde daha çok okundu, yeni yazıyla yapıtları daha çok yaygınlaştı. Çünkü Osmanlı döneminde kâğıt, matbaa yoktu, daha da kötüsü okuryazar yoktu, öyle her yıl onlarca yapıt ortaya çıkmıyordu. Tarama Sözlüklerini yazmak için Osmanlının uzun tarihinde ulaşılan kitap sayısı 227 kadardır. Altı yüzyılda Türkçe (Osmanlıca) yazılmış kitap sayısı da zaten dört yüzü geçmez. Bunların çoğu da çeviridir.
Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları’nı masasına koyup video yayınlayan Kılıçdaroğlu, keşke tam sırası gelmişken bu kitaptan yararlanarak Mahir Bey’e bir şeyler söyleseydi.