Kimliğimiz Aidiyetimiz

Bir yerin aidiyetiyle konuşabilmek için oraya dair biriktirilmiş anılarınız olmalıdır öncelikle.
Anılarda saklı duran sizin kimliğiniz, aidiyetinizdir bir bakıma da.
Gitmeyi seçmişseniz eğer, vazgeçmeyi de göze almışsınızdır.
Gelin görün ki kopulan yerle gidilen yer arasında bir sarkaçta durursunuz uzunca süre.
“Dönerim düşüncesindense, “kalıp ne yaparım” daha ağır basar.
Doğrusu, giderken, “bir yerli olmak” için yola çıkmamışsınızdır. Ama bir yerden koptuğunuzun iyiden iyiye bilincindesinizdir.
Gitmek, göçmek çağımız insanının da en temel yazgısı.
Zaman zaman bu tür zorunlu/mecbur göçlere katılanları “yerinden yurdundan olmuş”luklarla tanımlarız.
Her iki durumda da bir uyumsuzluk vardır aslında. Birini gitmeye zorlayan neyse, uyumlu olmamaya yönelten de gene odur.
Bunun adı, tanımı da: ötekileşmektir özcesi.
Öteki durumuna düştüğünüz için gidersiniz, gittiğiniz yeri de “öteki”si olarak karşılanırsınız.
Giden, hiçbir zaman gittiği yerin yerlisi olamaz. Çünkü o doğduğu yere aittir; dil/duygu/düşünce kökenleri oradadır. İnsan, gittiği yerde ancak kendini o yerin rengine/kokusuna göre yeniden biçimler. Bu, eskiden kopuş değil, yeniye uyumun kaçınılmazlığıdır.
Bizi biz yapanın ne olduğu da işte bu noktadan sonra sorgulanır:
* dil mi,
* yer mi,
* gelenek mi,
* inanç mı?
Burada bir kimlik tanımındansa, aidiyetin belirleyici yanlarını görerek bir yere varmak daha doğrudur, kanımca!
“Üst-kimlik” / “alt-kimlik”te bir indirgeyicilik görürüm.
İnsan konuştuğu, yazdığı, hissettiği dildedir; bütün aidiyetleri de oradadır.
Bir kesinleyicilik, kestirmecilik değildir söylediğim. Neden derseniz; her şeyin dilden başladığına inandığımdandır.
Bir dille yaşar, bir dilde yol alırsınız. Dünyanın neresinde olursanız olun bu böyledir.
Peki o dili yaşadığınız yer/ortam bunda belirleyici, hatta yönlendirici değil midir?
İnsan; doğduğu, yaşadığı, gittiği yerdedir. Birinden diğerine geçerken tek vazgeçemeyeceği şey dilidir.
Öyleyse dille yaşamak bir kültürdür/kimliktir/ aidiyettir. İnsanı besleyen, var eden de bunlardır. İşte o hissetme imlerindedir aidiyetimizin kökeni.
Her gün bir dille güne uyanırız. Geceden geçen düşlerimiz de o dille renklenir, başlayan zamanımız da…
Dilde yaşamak duygusunu var eden de bu değil midir?
Hangi insan, dilinin ötesinde, başka bir kıyıda var olabilir?
Duyduklarınız ses, gördüklerinizse çizgilerden oluşan işaretlerdir.
Sözle başlayan dil yolculuğumuz yazıda kimlik bulur, bizi insanlı zamanlara taşır.
Yaratıcılığımızın tözü de dildedir. Çünkü onda kendimizi ifade edebiliriz ancak.
Gidilen/yaşanan yerin dile etkisi/ katkısı kaçınılmaz. Ama bu değişebilir, başkalaşır anlamına gelmez. Dilden dile geçişlerde ancak yaşanabilir şeydir dönüşüm. Çünkü orada bir kültürü, yaşama tarzını, geleneği dille görme/hissetme/kabullenme vardır. Bir nevi, dil, bunlara geçişteki kilidin anahtarıdır.
Bu nedenledir ki; dili, kimliğin/aidiyetin de anahtarı görmek hiç de yabansı gelmemeli.
Sonra kimlik istenen, alınıp taşınan bir şey değil; hissedip yaşanandır. Bu da dille gerçekleşir öncelikle.
Hemşinli anneannemin dili ve aidiyetinden hiçbir iz yok bende. O dilden, dili var eden yaşama/kültür ortamından başka bir yerde ve dilde büyüdüm.
Aidiyetimizi var eden dille beslenen kültürdür elbette. Dil bir arada tutar, kültür besler. Yaşama ırmağınız nereye akıyorsa, sizi nereye taşıyıp büyütmüşse dil duygunuz da orada filizlenmiştir. Siz oradasınızdır, kimliğiniz aidiyetiniz de oradan ağıp gelenlerle biçimlenendir…