Kişisel yönetim-(TAMAMI)

“Şaşarım, o efendilerin perişan akıllarına. Hep biliyoruz ki memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Biz, öteden beri böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir.

Hadi diyelim ki ben de bu gaflete düştüm. Vekaletlerin yürütmekte oldukları işlerin büyük kısmı bilgi ve uzmanlık isteyen konular olduğuna göre, ben Hariciye ile Milli Müdafaa Vekaletlerinden başka yerlerde nasıl muvaffak olabilirim?... Bunları imkan nispetinde süratle tahakkuk ettirmek, tamamen mesuliyet ve ihtisas sahiplerinin işidir. Oralarda benim ortaya atacağım yanlış mütalaalar vazife sahiplerini şaşırtabilir, tereddüte düşürür. Bu suretle mutlaka aksi tesir yaparak memlekete fayda yerine zarar getirir.”

İşte diktatör ve tepeden inmeci dedikleri insan bu.

6 Mart 1930 günü Atatürk akşamüstü Antalya’ya varmıştı. Yanında Hasan Rıza Soyak vardı. Gazi çok yorgun, düşünceli ve sinirli görünüyordu. Bir sigara yakarak, “Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum!” dedi ve devam etti:

“-Görüyorsun ya! Her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz... Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi bir perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Maateessüf memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim günahımız yoktur. Uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, bir takım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket düşe düşe şu acınacak hale düşmüştür. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın... Büyük istidatlara malik olan zavallı halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların altında uyuşmuş kalmış.

Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan her şeyi başta bulunandan beklemek itiyadı... İşte bu zihniyetle herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde bütün iyilikleri bir şahıstan yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor. Fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsi bir kuvvetim yoktur ki...” ( Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak)

İşte bugün bu insan için yapılmadık hakaret kalmıyor ve ülkenin başına gelenler hep o yokluk içinde geçen 1930’lu yıllarla kıyaslanıyor.

İsyanlar ülkesinden bir yalnız adam

Şeyh Sait İsyan bu insanın yorgun ama kararlı iradesiyle alt edildi. Devlet kendisine karşı yapılan silahlı bir ayaklanma hareketini örgütlü ordusu ve ona komuta eden generalleriyle bastırmıştı.

Şimdi Türkiye, 1930’ların sonunda Cumhuriyet’e en kanlı darbeyi indirenleri masum ve mağdur, ona karşılık veren ulusal kuvvetleri, onun başındaki kahramanları ‘katliamcı’ olarak niteliyor. CHP’nin önceki genel başkanı Deniz Baykal geçen hafta Bursa’daydı ve çok önemli sorunları anlattı. Hem Atatürk’ü karalamaya çalışanlara hem de onlara bu fırsatı yaratan kendi partisi içindeki bir takım gafillere uyarılarda bulundu. Pazartesi günü biz bu sütunda o konuşmayı açacağız.

Belki buna “Baykal harekete geçti” diyebiliriz. Gün Atatürk ve o altın kuşağı karalamak, isimlerini silmek olmamalıydı. 27 Mayıs gibi onurlu bir devrimden utananlar ve hâlâ CHP içinde bulunanlar bu vebalden acele kurtulmalıdırlar. Ne demektir 27 Mayıs sabaha karşı şehit edilen Teğmen Ali İhsan Kalmaz’ı bir çete mensubu saymak ve 1961 Anayasası’nı getiren bir devrimi de sıraya koymak. Peki: 27 Mayıs’ı yapanların kardeşlerinden birinin bile neden sesi çıkmıyor?

Yoksa korku onları da mı sindirmiş?