Köle miyim sana ben!
Köle anlamına gelen İngilizce slave sözcüğünün kökeni, ortaçağ Latin dilinde, Avrupa’da köleleştirilmiş Slavlar için kullanılan sclavus sözcüğüdür. Rus dilinde köle, rab sözcüğünden türeyen rabota kelimesi; çalıştırılan, köleleştirilmiş. Belki bir gün tüm işleri robotlara yani mekanik “kölelere” bırakıp her iki anlamda “efendi” gibi yaşamanın hayali kuruldu bir zaman... İnsan, yaşamının efendisi olamazsa hep başkasına bağlı köle zaten; köprü trafiğini inadına şerit değiştirip tıkayan iktidarsız şoföre, en önemli toplantının olduğu günün evveli metroda ağız burun kapamadan at gibi hapşıran gence vesaire. Hayat bir örüntü değil, birçok örüntünün birlikte ördüğü büyük bir örüntü. Ana damarı, binlerce yan damarlar besliyor. Gelgelelim insan, hiçbir zaman bağlanmadan yapamadığından kendisi olamıyor, hep başka neden sonuç ilişkileri gündemde. Yaşlı Plinius, MÖ 77’de şöyle yazmış: “Sokağa çıkmak için başkasının ayaklarını, etrafımıza bakmak için başkasının gözlerini, insanları selamlamak için başkasının hafızasını kullanıyoruz. Hayatta kalmak için başka birine muhtacız -kendimize sakladığımız tek şey hazlarımız.”
Sonradan özgürlüğe kavuşanlar, en azından hayatlarının belli bölümünde yukarıdaki robot gibi yaşamıştır. Kölelik bu açıdan şaşırtıcı. Yani başta esir olmayan, sonradan özgür olamıyor. Bir sürü beyaz yakalının iş hayatı boyunca kenara köşeye para atabildikçe, hiç inek sağmadığı halde günü gelince bir Ege köyünde çiftlik sahibi olma hayali bununla ilişkili. Büyük bir yalan olan “uygar insan” para kazandıkça köleleşiyor, köleleştikçe bağlanıyor. İngilizce win (kazanmak) kelimesinin arzulamak anlamına gelen Hint-Avrupa kaynaklı wen, lose (kaybetmek) kelimesinin serbest bırakmak anlamındaki los kökünden türemesi boşuna değil. Kaybedeceksin! Kaybetmeden zor. Zaten bu kayba alışamadığın için her türlü köle davranışından kurtulurken geveleyip isteksizlik sergiler, o büyük hayali sıkça ertelersin. Dur çocuğun okulu, dur hanımın emekliliği...
MÖ 1 yılında (yıla bak), Suriye’de köle olarak doğan, gençliğinde Roma’ya giderek özgürlüğüne kavuşan popüler gösteri sanatçısı Suriyeli Publilius, “Sefaletin doruk noktası, bir başkasının iradesine bağımlı olmaktır” demiş. Aşktaki köleliği tarif etmiş aslında. Yine yüce beyefendilerden Pascal da o çok sevilen meşhur pasajında aşkı anlatır: “İnsanın beyhudeliğini tam olarak anlamak isteyen birinin, aşkın sebeplerini ve sonuçlarını düşünmesi yeterlidir. Aşkın sebebi bir ‘je ne sais quoi’dır (yani bir şeyi ya da bir kişiyi çekici yapan, benzerlerinden ayıran, anlatması zor nitelik). Ve sonuçları dehşetengizdir. Bu ‘je ne sais quoi’, bu farkına varamayacağımız kadar küçük şey, yeryüzünün tamamını, bütün hükümdarları, orduları, bütün dünyayı sarsar. Kleopatra’nın burnu biraz daha küçük olsa, dünyanın hali bambaşka olurdu.” Öyle...
ANANE
Tarihçi Abdurrahman Şeref Bey, derslerinin birinde bir gün tradition (gelenek) için Türkçe karşılık arar. İçinden “an, an” diye mırıldanır. An, Arapça “dan” eki, İngilizce from gibi. Şeref Bey, soy’dan, ana’dan, baba’dan, ata’dan gelen, bağlamında sesli düşünmektedir. Arapça “an, an” diye tekrar edince “anane” kelimesi çıkar ortaya. Melih Cevdet Bey’in yalancısıyım. Fakat dil bir uydurmadır dostlar, yapacak şey yoktur. Neyse ki daha müthiş bir karşılık bulmuşuz sonradan geleneğe. Gel kökünden, gelenek. Daha geriden “gelen”, bize.
Not: 14 Mart, saat 14.00, Antalya - Akdeniz Üniversitesi Bumin Kaan Salonu; 15 Mart, saat 19.30, İstanbul - Sabahattin Ali Kültür Merkezi. Görüşelim.