Konuşalım...

Çok yaşlıdır, Uygurca bir kelime: Konşı. Eve yakın kişi için “konşısı bir bayagut bolur erdi” derşer; komşu zengin yani. Kon kökü... Divan-i Lugati't-Türk’te, 1073 civarına tarihlenir, “ḳuş ḳōndı, boḏun ḳōndı”, göçer kavim yerleşti manasında. Yerleşikliğe geçilince mecburen yakın olunduğu için kelime de konma yerine komşuluğu simgeler; kondı, komşu olur; gece-kondu kelimesi çok sonra tabii, o tarihte gece konmasan da olur.

Kelime, 1312’de Ebu Hayyan’ın Kitabül İdrak’ine kon’uşdu diye geçmiş, birine bir şey anlatan insanlar belirlenecek. Dilin iç mantığı, komşuysan, yakınsan konuşursun diye çatılmış. Kökü kon olduğuna göre söyleşiyorsan, aynı yere konmuşsundur. “Aynı daldaydık, aynı daldan düştük ayrıldık” diyen Nâzım, dal metaforunu boşa kullanmadı. Aynı dala konmuşken yan yana yapılan iş konuşmak. Yanında seni anlayabilecek biri gerekiyor demek. İnsan kendi kendine de konuşamaz mı diyeceksin! İki kişiyle yapılan, işteş bir fiil olmuyor o zaman. Fakat kim bilir kendi içine seslenen, kendine dalına konuyor belki de.

Bir devirler Ankara Radyosu’nun usta spikerlerinden, şair Suat Taşer, Konuşma Eğitimi adlı kitabında (bir zamanlar eğitimsiz konuşulmazmış demek) insanı konuşturan sebepleri sıralar: Gurur tatmini, benliği savunmak, ilgi çekmek (kimi yazarlar); eylem zorsa söyleyerek paçayı kurtarmak (kimi siyasetçiler); kişisel rahatlık; başkalarının zihnini karıştırmak (kimi vekiller), dikkat saptırmak (kimi gazeteciler); birini uyandırıp kendine getirmek, düşündürmek (kimi aydınlar); toplumsal ilişkilerin tadına varmak, genel sorunların çözümünde dinleyeni paydaş kılmak; haber verip öğretmek; dinleyenleri olumlu toplumsal amaçlar ya da gizli niyetler doğrultusunda etkilemek (kimi sanatçılar), denetim altına alarak yönetmek.

Konuşmak, içeriğine ve taraflara göre bazen mesafe almaktır, bazen içine düşmek. Akıllı insanların konuştuklarında söyleyecek şeyleri vardır; alıkların konuşmasıysa kendilerini söylemek zorunda hissettikleri içindir; bilumum sosyal medya niye var sanırsın. Yakınlık kurmaktır konuşmak, asıl ilgili organları ağız (ağzı olan yapıyor bu işi) yani dil, diş ve dudaktır; belki öpüşler de bir tür söyleşmek. Gelgelelim kimi durumlarda ellerin, parmakların, gözlerin konuşması da mümkün. Hatta bazen ağızlardan daha iyidir öyle konuşmak. Hatta ben hep gözlerin konuşmasını tercih ederim, ne güzel, en güzel. Göz, o benim en deli hayvanımdır diyordu Cansever, gözler, kaşlar, hatta o gür, güzelim kirpikler. Göz kelimesinin orta yerinde bile bir g Ö z yok mu, mükemmel! Konuşmacı diye bir meslek var artık, sıklaşıyor, rastlıyorum. Bir sahneye çıkıyorsun, dinleyen bulunsun yeter, boynunda asılı kartlarıyla kurumsal dünyadan katılımcılar olursa daha da iyi; başarının sırlarını anlatıyorsun ki herkes başarılı olsun. Ama herkes başarılı olunca artık başarı diye bir şey kalmadığını anlatma sakın. O zaman ucu, uç beyimiz Sokrates’e kadar gider. Bilinen ilk konuşmacı, kelimeleri savaştırmak yerine diyalogu öneren. Epeyce çirkinmiş derler, garabet denecek kadar. Buna rağmen iki insanın çirkin de olsalar konuşarak birbirleri için güzel olacağını gösteren... İnsanlarla yüz yüze olup konuşmaktan, tartışmaktan hoşlanan biri; amacı sokakta, pazarda, idman yerlerinde önüne çıkanlarla belli başlı meseleler üzerinde konuşup ahaliyi bilinçlendirmek. İlk olarak kukla oyunu şeklinde ortaya çıktığı sanılan diyalogun mucidi bu uç beyi değilse de tek başına zeki olmanın imkânsızlığını, bunun için illa ki bir başka kişi de gerektiğini ilk ondan öğrendik, bir kısmımız tabii ki öğrenemeyip monoloğu sürdürdü. Öncekilere hiç benzemeyen bir tuhaf öğretmendi Sokrates. Öğretmeyi, parayı reddetti, öğrencisi kadar cahil olduğunu, konuşmak için yaşadığımızı öne sürdü. Annesi ebe olduğundan belki fikirlerin doğması için ebeler gerektiğine inanıyor, fikirler doğurtuyordu. Demek fikir edinmek de kolay iş değildi. Her konuşanın, fikir sahibi olduğunu sanmaksa yanılgıydı. Üstelik fikirlerimizin büyük bölümü, ölmüş ya da yaşayan başka insanların fikirleriyle flörttü. Konuşmanın dilimizde flört anlamı içerdiği de bilinir. Hatta daha ileri aşaması da sevişmek. Bir dönemin Türk filmlerinde sık rastlanır; babacığım biz Hüseyin ile sevişiyoruz, gibi. On sekizinci yüzyılda, İspanya’da, kocası dışındaki bir erkeğe bir kadının başbaşa konuşma ayrıcalığını sunması anlamına gelen fısıldama sanatına chichisveo derlermiş. Fısıldamak da konuşmak değil mi? Geceler boyu uzakta, kırpışan yıldızlar gibi... Kimi insan ağzı doluyken konuşmamaya dikkat eder, kafası boşken konuşmaksa nedense hiç sorun edilmez. Teninle konuşmanın zamanıdır şimdi diye şarkısı var Ezginin Günlüğü’nün, tenle nasıl konuşulur acaba diye düşünme. Karacaoğlan’dan Shakespeare’e kadar tenle konuşmayı yazmıştır kimi yanık insanlar hep, tene yazmışlardır demek de mümkün. Søren Kierkegaard, Şimdiki Çağ’da şöyle diyor: “Konuşkanlık nedir? Konuşma ve sessiz kalma arasındaki hayati ayrımın ortadan kaldırılmasının sonucudur. Esasen nasıl sessiz kalacağını bilen kişiler hakikaten konuşabilir ve hakikaten eyleyebilir. Sessizlik maneviyatın, iç dünyanın esasıdır. Ancak hakikaten konuşabilen birisi, nasıl sessiz kalınacağını bildiğinden şeylerin çeşitliliğinden değil yalnızca tek bir şey hakkında konuşur ve ne zaman susacağını, ne zaman sessiz kalacağını bilir. Sadece kapsamdan kaygı doğan yerde, konuşkanlık günü kazanır, her şey ve hiçbir şey hakkında aralıksız laf kalabalığı yapar.” Ne kadar da benziyor söyledikleri bugüne, hayatımıza. Borç olsun, yazacağım susmayı da... Görüşeceğiz.